31 Ekim 2009 Cumartesi

Haftasonu Tatili...

Bu haftasonu yazmaya ara veriyorum.
Prag' da oldukça soğuk, ve puslu bir haftasonu geçeceğe benziyor.
Ama şehir buna rağmen çok güzel, cıvıl cıvıl, sokaklarda bu soğuğa rağmen müzik yapanlar, deli dana gibi bir oraya bir buraya koşturan turistler - biri de benim onların - ve şehir soğuğa rağmen yaşamaya devam ediyor.
Önümüzdeki hafta artık Istanbul' a dönüyorum.
Henüz gününe karar vermiş değilim, ama artık geri dönüp bazı şeyleri yerinde denemenin, ve bu yolculukta kendimle ilgili edindiğim izlenimleri uygulamaya koyup sonuçlarını görmenin, ve de yeni gerçekliğimi yaşamaya başlamanın zamanıdır.
Sonrasında neler olacak, gerçekten bunu yaşayıp göreceğim.
Ve bu arada bana kızanlar, beni eleştirenler olacak, bunu şimdiden görebiliyorum da, ama artık geri dönüş yok...

Dünden bazı fotoğraflar :


Meşhur saat kulesinin olduğu meydan..
İnsanlar, her saat başı geldiğinde, bu kule başında toplanıp saat kulesi içindeki döneme ait kuklaların geçişini seyrediyorlar...


Bu da o meşhur saat...


Soğuğa rağmen meydanda amatör bir grup, Avrupa' nın birçok şehrinde olduğu gibi, harika Jazz çalıyor ve etraftaki dinleyenleri müthiş eğlendiriyorlar...Ehh 1 CD alırsınız artık, yalnız burada CD' ler biraz daha pahalı, 15 €...


Ve bu da meşhur Charles Bridge' ın girişi...


Bunlar da köprü üstü çalgıcıları...


Nehir üzerinde balonla gezmek isteyenler için...


Ay da çıkıyor artık...


Ve Avrupa' da vazgeçemediklerimden, Hard Rock Cafe, bu sefer de Prag...


Ve bu da Eva, içkiyi sizin için özel hazırlıyor...

30 Ekim 2009 Cuma

Prag Notları...

Prag' daki ilk gün, Nihocuğum' un 29 Ekim tatili dolayısıyla Allah' ın Prag' ında da tatil yapmasına olanak vermesi sebebiyle harika bir kahvaltı ve ardından da Niho' yla yapılan uzuuunnn bir sohbetle başladı.
Maalesef bu sırada canımızdan çok sevdiğimiz David çalışmak ve eve ekmek getirmek zorundaydı :)





Daha sonra Viyana' dan bize katılacak olan Irmak' ı karşılamak üzere, Prag metrosuyla 3-5 durak giderek, Irmak' ın treninin geldiği Holosowicze durağına gittik.








Irmak' ı da aldıktan sonra "hadi birşeyler yiyelim, sonra da dolanırız.." dediğimizde, başıma geleceklerden habersiz bir şekilde, gayet mutlu mesut Prag sokaklarında yürümenin tadını çıkarıyordum.

Niho bizi çok sevdiği, ve oldukça popüler bir mekan olduğunu söylediği Cafe Cafe isimli mekana götürdü. Masamıza oturup yemeklerimizi sipariş edinceye kadar herşey yolunda gidiyordu.





Ama sonra ne olduysa oldu, bir hır-gür, kavga-gürültü kopuverdi, ve olan yine bana oldu, suçlu da ben oldum, işin kötüsü kahvemi de içemeden mekanı terkettik ! Ayrıntı veremiyorum, zira ayrıntı verdiğim takdirde Prag' da yatacak bir yerim kalmayabilir, di mi Nihocum :)

Sonuç olarak kızlar bana kızgın, ben kahvemi içememiş olmanın verdiği hayal kırıklığı ve tatminsizlik, ama yine de rahat, gevşek ve de umarsız - ki bu onları iyice çileden çıkartıyor, bunu da biliyorum :) - yakındaki bir başka cafeye oturduk.




Neyse ki ben olay çıkmadan önce bu cafede kahvemi içmiştim, hem de tedbirli davranıp iki tane birden içtim ki, ne olur ne olmaz, ben en azından vücudumun kafein ihtiyacını karşılamış olayım, nitekim iyi de yapmışım, zira burada da hesap geldiğinde yine ufak çaplı bir kriz yaşadık :)

Olsun, canımız sağolsun, önemli olan birlikteyiz, Prag' dayız, birazdan David de aramıza katılacak, hatta akşam yemeğine benim daha önceki Viyana-Prag tren yolculuğunda tanıştığım Johanna bile gelecek, bütün bunlar benim mutlu ve umarsız olmama gayet yeterli.

Akşam yemeğinde "Ultramarine Grill Restaurant" tayız, ve kızlar zaten daha önceden içtikleri kırmızı şarapların etkisiyle hafif çakırkeyif, biz de David' le biralarımızı afiyetle yudumluyor, ve masada yarı Almanca yarı İngilizce iletişebilme çabaları içerisinde gayet eğleniyoruz...






Yemek sonrası yoğun istek üzerinde, daha önceki gelişimde gittiğimiz "Nebe" isimli kulube gidiyoruz. Ama Persembe aksami olmasinin, ve de saatin de henuz erken olmasinin verdigi etkiyle mekan neredeyse bombos, bizim haricimizde 2-3 masa daha var sadece.



Ve artık ayrılma vakti, zira yarın Niho ve David için çalışma günü.
Hayat bize güzel, onların çalışıp para kazanması lazım.
Ama Cuma akşamı daha iyi bir eğlence performansı bekliyoruz, hem Prag' dan hem de ekipten...

29 Ekim 2009 Perşembe

Kalbimi Porto' da bıraktıktan sonra, yeni istikamet Prag...

Yolculuğun en keyifli bölümlerinden biriydi Porto gerçekten de.

O kadar güzel bir şehir, insanlar müthiş sıcak ve sevgi dolu, insana kesinlikle kendini yabancı hissettirmeyecek türden bir yakınlık görünce insan ister istemez seviyor oluğu şehri.
Kaldığım hostelde daha önceki yazıda bahsettiğim oda arkadaşlarım ikinci gün ayrıldılar, onların yerine yenileri geldi, ve muhabbet aynen kaldığı yerden devam etti.

Ben kendimi "traveller" olarak adlandırmaktan tam hoşlanmaya başlamışken, hostelde tanıştığım Avustralyalı, tahminen 30-35 yaşlarındaki çift, tam tamına 11 haftadır yolda olduklarını, ve özellikle de Ispanya' nın kuzeyini doğudan batıya 3 haftada yürüyerek geçtiklerini, Santiago de Compostela' dan da otobüsle aşağıya inerek Porto' ya geldiklerini anlatınca, susmam gerektiğini, ve daha gidecek çok yolum olduğunu anladım.

Ama bu, sonu olmayan bir yol gibi gelmeye başladı zaten bana da. Sadece aralarda durup dinlenmek, e belki biraz çalışıp para kazanıp yeni seyahatlere çıkabilmek için cebi doldurma şeklinde bir ara süreç olarak bakıldığında, aslında çok da korkutucu gelmiyor bana artık.

Bu yüzden de Istanbul' a döndükten sonra bir süre bu yolculukta kendimde bulduklarımı uygulamaya, diğer yandan da yeni yolculuklar için yeni yerler belirlemeye ve bunun için en uygun zamanı beklemeye başlıyorum.

Neyse, sonuç olarak kalbimin bir parçasını Porto' da, ama çok büyük değil, zira bir parça Barselona, bir parça da, ki diğerlerinden daha büyük bir parça olduğunu itiraf etmeliyim, Lizbon' da bıraktıktan sonra, "e bana da kalsın, ileride de ihtiyacım olacak !" diyerek, Prag' ın yolunu tuttum.

Hostelde çıktıktan sonra 2 dakika mesafedeki metroya binip taaaa havaalanına kadar metroyla gidebilmek ne kadar büyük bir lükstür, herkesin yaşaması lazım. İnsana ayrı bir tatmin ve mutluluk veriyor, ya da ben artık kafayı çiziyorum, böyle ufacık şeylerden mutlu olabiliyorsam, ben oluyorum galiba :)





Bu mutluluğu yaşadıktan sonra, havaalanına giriş yapıp, bavullarımı Prag' a kadar gitmek üzere bağlatıp biniş kartlarımı da alıp, önce bir lounge denemesi yaptım, hani belki yerler, ama yemediler :) Ben de her normal vatandaş gibi gidip aşağıdaki halka açık cafelerden birinde oturup, Brüksel' e gidecek uçağımı beklemeye koyuldum.






Portekiz Havayolları' nın minicik Airbus uçağında exit kısmını kendime kapatarak, dalga geçmiyorum, herhalde bu sadece bizde var demekki dedim kendi kendime, zira ben özellikle exit koltuğu istedim, uçağa bindiğimde gördüm ki, sadece ben exitte oturuyorum, "e o zaman tadını çıkaralım yahu" diyerek yayıldım da yayıldım. Gelsin kahveler, gitsin kolalar, arada "fotoğrafımı çekebilir misiniz lütfen ?" diyerek son derece şirin ve sıcak hostes ablamızla da oldukça samimi diyaloglar içerisinde 3 saatin nasıl geçtiğini anlamadım bile...







Ve artık iniş zamanı, "lütfen tüm elektronik cihazlarınızı kapatınız !" uyarısıyla, ben de fotoğraf çekmeye bir son veriyorum. Ama iniş sırasında alın size biraz Brüksel' in havadan görünüşü :





Artık Brüksel' deyiz, ama görüp göreceğim tek yer havaalanı. O da çok enteresan değil, tahmin edebileceğiniz gibi.



Ve akşam saatlerimiz 18:50' yi gösterdiğinde Brussels Airlines' a ait uçak Brüksel' den havalanarak yaklaşık 1 saat 40 dakikalık bir uçuşun ardından Prag Ruzny Havaalanı' na indi.

Artık Prag' dayım, ve önümüzdeki birkaç gün, tam olarak kaç gün olduğunu bilmiyorum, zira hala dönüş bileti almadım, bakarsınız kafama eser, buradan başka bir yere gidiveririm, ne yapacağım belli olmaz, ama sonuç olarak önümüzdeki birkaç gün Prag' da eski arkadaşlarla birlikte olacağım..

27 Ekim 2009 Salı

Porto' da 2.Gün

Porto' yu çok sevdim, en baştan onu söyleyeyim.
Lizbon'  a göre çok daha Avrupai bir şehir, insanları daha doğru düzgün, yemekler nefis, ama özellikle şehir merkezi ve sahil şeridi inanılmaz.

Sabah bilet ve diğer birtakım ıvır zıvır işlerimi hallettikten hemen sonra, ki bu hemen sonra da yine öğlen 1' i buldu sanırım, hostelden çıkıp, şehir merkezine doğru yürüdüm.
Porto' ya geldim geleli hala hiçbir yöresel yemeklerini yemediğimi kendime hatırlatıp, şehir merkezindeki güzel bir restaurantta durup harika bir yöresel yemek yedim.
Porto' yu çok sevmemin bir sebebi de, sanırım benim gibi onların da her zaman ve her yemekte çorbaya bayılmaları.
Yemeğe mutlaka bir sebze çorbasııyla başlıyorlar, ve ardından ya deniz mahsulü yiyorlar, ki ben öğle yemeğinde öyle yaptım, ya da bol soslu et yiyorlar.



Yemekten sonra, dün yaptığım otobüslü şehir turunun ikinci turuna çıkmaya karar verdim : Porto Köprüleri...




Douo Nehri üzerinde gerek otoyol, gerekse demiryolu taşıyan toplamda 4 köprü var. Köprülerin uzunlukları 500 m ile 1 km arasında değişiyor. Hepsinin de mimarisi farklı, ama hepsi de şehrin görünümüne yakışan, ve o görünümü bir anlamda taşıyan görünüme sahip.



Yol üzerinde meşhur Porto şaraplarının saklandığı depoların üzerinden de geçiliyor.






Bu köprü, yaklaşık 800 m uzunluğu ve özellikle köprüyü taşıyan ve destekleyen kemer uzunluğu bakımından Avrupa' nın en uzun köprüsüymüş.

Bu da, sadece trenyolu taşıyan ve 600 m uzunluğu ile bir başka etkileyici köprü.






Bu da otoyol taşıyan ve diğerlerine göre biraz daha klasik bir tasarımla yapılmış, ama Portolular' ın en çok gurur duyduğu köprüymüş, niyesini bilmiyorum, zira soru soramıyorsunuz, kulağınızdaki abla durmadan anlatıyor...



Otobüs turundan indikten sonra, "Douro Nehri kenarında yürümeden dönmek olmaz !" diyerek, vurdum kendimi yola...

Yolda ilk karşıma çıkan müze, Porto Şarap Müzesiydi.







Müzede şarabın yapımından ziyade, şarabın tarihçesi, nasıl saklandığı, ve özellikle de nehir boyunca nasıl taşındığı ile ilgili pek çok bilgi veriyorlar. Bense, şarabı nasıl yapıyorlar, onu öğrenirim diye girmiştim, e girmişken herhalde şarap da tattırırlar demiştim, ama nerdeeee...

Neyse, müzeden sonra sahil boyunca yürürken beni çok etkileyen birkaç manzarayı görün istedim..


Nasıl fotoğraf ama, deniz kıyısındaki taşlara odaklanıp arkada köprüyü hafif flu çıkarmış olmam dikkatinizi çekmiştir umarım, o kadar uğraştım...



Bu turu gerçekten yapıp yapmadığıma ilişkin bazı sorular aldım, buna en güzel yanıt, herhalde köprü altı fotoğrafı olacak diye düşündüm...
Ehh, photoshopla bunu yapmak için gerçekten hiç uğraşamayacağım, gidip yerinde çekmek daha kolay geldi, ne yalan söyleyeyim...

Şehrin burun kısmında iki dalgakıran var, ve orada dalgaların boyutu ciddi büyüklükte, gerçekten..





Sahil boyunca pek çok da anıt var, ve hepsi de, bu kıyılarda tarih boyunca gerçekleşen deniz kazaları ve özellikle de şarap ticareti için denizlere açılıp kaybolan ya da kazalar sonucu ölen binlerce denizci anısına yapılmış.









Yavaş yavaş güneş batıyor, ve sahilde inanılmaz manzalar yakalamaya devam ediyorum.





Ve yaklaşık 2 saatlik bir yürüyüşün sonunda, sahildeki 1661 yapımı "Castelo do Queijo" ya geliyoruz. Tam burunda, şehrin gözetleme ve ilk müdahele kalesi olarak yapılmış. Ancak zaman içinde pek çok kez hasar görmüş, yağmalanmış, sonunda 1975' de yeniden inşa edilmiş ve sonra da donanmaya bırakılmış.



Ve son olarak, sahildeki dev deniz ağı şeklindeki anıt da, Porto için denizciliğin ve balıkçılığın ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi.



Evet efendim, bugünkü Porto turumuz da burada sona eriyor, ve Memo da yaklaşık 5,5 saatlik yürüyüşün sonunda, bitap vaziyette kalacağı hostelin yolunu tutuyor.

Kahramanımız mutlu, huzurlu, yeni bir şehir daha görmüş olmanın verdiği tatmin duygusuyla ayaklarının yara olmasına, ya da bacaklarının artık tutmamasına aldırmadan, kalan son enerjisiyle hostele ulaşıyor.

Yarın yeni bir gün, ve öğlen 1 uçağıyla hareket zamanı.
Brüksel aktarmasıyla, varış noktası : Prag Ruzny Havaalanı...

Prag' da görüşürüz...