29 Ağustos 2010 Pazar

Hayat Seçimlerden Ibaret de Madem, Neden Hep Zor Olanı Seçiyoruz...

Ve bunu ısrarla yapmaya devam ediyoruz.
Halbuki kolay olanı yapmak aslında o kadar da kötü değil ki.
Ama tabi bize küçüklüğümüzden itibaren öğrettikleri şey bu,
"Hayatta hiç bir şey bu kadar kolay olamaz !" ya da bir başka versiyonu da
"Bak gördün mü, yine kolay yolu seçti !" gibi..
Sanki kolay yolu seçmek bir kaçışmış gibi şartlandırıldık hep.

Ben de bugüne kadar çoğu zaman zor olanı başarmaya çalıştım hep.
Ama şimdi görüyorum ki,
Zor olanı oldurmaya çalışırken harcadığım emek ve sonunda elde ettiğim sonuç beni mutlu etmiyor,
Ve sonunda mutlaka bir hayal kırıklığı yaşıyorum.

Dolayısıyla da bundan sonra kim ne derse desin,
Ben kolay olanı seçiyorum kardeşim.
Ve biraz da bunu deniyorum...

17 Ağustos 2010 Salı

Her Istediğimiz Olmuyor Işte Şu Hayatta !!!

Israr etmenin anlamı yok.

Ve eğer bir şeyi çok istemene rağmen olmadığını görüyor, ve de "Ama çok istiyorum olmasını, neden olmuyor ?" diye soruyorsan,
Bil ki evrenin seninle ilgili başka planları olduğu içindir.

Öte yanda da evren seni o kadar iyi duymakta ve de isteklerini o kadar iyi gözetmektedir ki,
Ol-dur-madığı (!) bir şeyin ille de olmasının istendiği durumda,
Isteğe karşı daha fazla direnmeyerek sana istediğini de verir.

Ama senin o isteğin bil ki seni bir adım dahi ileri götürmeyecektir,
Çünkü senin için yazılan senaryoda senin rolün aslında başkadır,
Sen sadece şımarık çocuklar gibi başkasının rolüne de sulanırsın.
Ve evren ise o kadar anlayışlı bir yönetmendir ki,
Istediğin rolü oynaman için istediğin o fırsatı da sana verir.
Sonunun ne olacağını o biliyordur zaten,
Sadece senin de yaşayarak anlaman için bu "zaman kaybını" senin adına da göze alır.
Çünkü evren için aslında zaman diye de bir şey yoktur,
Zira her şey tam yerinde ve de zamanındadır.
Ve de bu senaryoda herkesin rolü baştan yazılmıştır.
Olan olayların hiçbiri de öyle "doğaçlama" değildir.
Tabii ki rolünü unutup doğaçlamaya kayanlar da olur,
Ama sonunda bir şekilde herkes rolünü hatırlayacaktır.

Ve hatırladığında,
Rolünü nasıl taçlandıracağıdır önemli olan...

15 Ağustos 2010 Pazar

"Canım ne istediyse yaptım, içimden ne geldiyse söyledim"...

Diyebilsem şu hayatta,
Başka da birşey istemem...
Daha ne isteyeyim ki,
Zaten istediğim herşeyi yapmış ve söylemişim,
Gerisi yok, dahası yok, fazlası yok,
Hepsi bu,
Ve de bu bana yetmiş belli ki...

12 Ağustos 2010 Perşembe

Hoşçakal !...

Ve de sevgiyle kal...
Seni seven ve sana gerçekten değer verenlere tanı artık o şansı,
Seninle oynayan ve sadece zamanını çalanlara değil.
Geçmiş yaşananları bırak artık,
Ve de üzüntülerinden kurtul.
Önünde harika bir gelecek seni bekliyor.
Ama şu anda mutluluğu, saf ve herşeyden bağımsız mutluluğu tatmadıkça,
O gelecek de hiç gelmeyecek.
Çünkü hayalini kurduğun sevgi ve huzur dolu o mutluluk aslında şu anda önünde duruyor.
Tek yapman gereken, taa uzaklarda aradığın o mutluluğun tam da önünde durduğunu farketmek,
Ve de onu avuçlarının içine almak,
Yargılamadan ve de sorgulamadan,
Olduğu haliyle...

Bu bir yolculuk, bunu unutma.
Ve yolculuğun her anının tadını çıkar.
Çünkü yolculuğun bitip de gideceğin yere vardığında, karşılaşacağın şey şu anda olduğun yerden farklı bir yer olmayacak...

Hoşçakal...

1 Ağustos 2010 Pazar

Aslında Değişen Bir Şey Yok !

Oysa sen değiştiğini sanırsın, yepyeni bir sayfa açtığını, ve artık o eskiden yaşadıklarının karşına bir daha hiç çıkmayacağına inandırırsın kendini.
Ama sonra anlarsın ki, aslında değişen hiç bir şey yoktur, çünkü sen değişmemişsindir.
Ve o zaman farkına varırsın ki, eskiden aynı şekilde tepki verdiğin olaylar ve davranışlar karşısında hala aynı tepkileri vererek aslında yerinde saymaktan başka bir şey yapmamışsındır.
O yüzden ilerlemek mümkün olmamıştır.
Ama her zaman bir yol vardır, ve önemli olan da o yolu görebilmek.
Ve bu sefer o hep ilk görünen yolu seçmemek daha akıllıca olacaktır, çünkü her seferinde ilk gördüğün o yola girerek hep aynı yolu gitmişsindir.
Bu sefer seçilecek yol, diğeri gibi en geniş, en temiz, en eğimsiz yol değil, toprak, dar ve patika yoldur belki de, kim bilir...

29 Temmuz 2010 Perşembe

Şimdi' nin Gücü...Hakikaten Çok Güçlü !

Öyle böyle değil, gerçekten müthiş büyük bir güç.
Ama esas zor olan da, o gücün farkına varabilmek zaten.
Zira bizi geriye götüren ve geçmişte yaşadıklarımızla ilgili birileri ya da birtakım olaylarla sürekli olarak hesaplaşma durumunda bırakan o kadar çok git-gel yaşarız ki,
"Şimdi" de kalabilmek ve sadece "Şu an" a odaklanabilmek bizim için aya gitmek kadar zor gelir.
Ama aslında hiç de zor değilmiş,
Hele de Eckhart Tolle' nin kitabını okuduktan sonra...
Gelecekle ilgili hayaller de, geçmiş prangalar kadar tehlikeliymiş meğer...

Ben bir süredir bunun farkında olarak yaşamaya, ve zihnim ne zaman geleceğe gitse ya da geçmişten bir şeyle hesaplaşmaya doğru yönelse, zihnimi izlemeye başladım. Ve işin doğrusu, zihin izlendiğini anladığında gerçekten de bir süre sonra bunları yapmayı bırakıyormuş, daha doğrusu egonun etkisindeki zihin.
Yoksa zihin her zaman için sahip olduğumuz en önemli şey, egonun hakimiyetine girmediği sürece.
Zira zihin çok etkili olmasının yanında aynı zamanda çok da saf.

Artık sabahlar daha bir güzel geliyor uyandığımda,
Geceler de daha bir keyifli.
Yoksa hayatımda değişen pek de bir şey yok aslında.
Ama ne zaman ki bunun farkına vardım,
"Şimdi" mi daha da zenginleştirecek şeyler ardı ardına gelmeye başladı.

Önce "O" girdi hayatıma, ve hala hayatımda.
"O" nunla "Şimdi" daha bir güzel, ve de özel...

22 Temmuz 2010 Perşembe

E Kararsızsızlık Da Bi Yere Kadar !...

Her dakika başka bir karar anı,
Sürekli yepyeni yol ayrımları...
Çoğu zaman sanki hayatımızın en önemli kararıymış gibi bizi heyecanlandıran,
Bazen de vermekle hayatımızda hiçbir şeyin değişmeyeceğinden son derece emin olunan,
Ama sonuçta öyle ya da böyle aslında hayatımızın yönünü milim milim de olsa değiştiren kararlar.
Ve biliyoruz ki aslında o çok da önemsenmeyen milimler sonunda toplanınca kilometreler ediyor.
Ve arada bir durup bakmayınca nerede olduğunuza,
O kadar kilometreyi geri dönmek de pek bir anlamsız geliyor.
Ama sonuçta o da yeni bir karar,
Ve geri dönmek de seçimlerden sadece biri...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Her Yol Gideceğimiz Yere Çıkıyorsa Eğer, Ne Gerek Var Derde Tasaya...

Gel de buna inan, ve de hayatını buna göre yaşa.
Bırakmazlar ki, mümkün değil ki...
Her kafadan ayrı bir ses çıkar,
"Yanlış yapıyorsun, gidilecek yol değil seninki" diye.
Onlarla kalsa, iyi.
Bir de kafanın içindeki sesler var ki,
Onlar tamamıyla sana bildiğini de unutturacak cinsten ve de şiddettendir.

İşimiz zor, hem de çok zor.
Yapacak çok şey, gidecek çok yol var.
Bilmek gerekense, bunun için bolca da zaman var...

6 Temmuz 2010 Salı

Yeniden Hissetmek...

Çok uzun bir aradan sonra eskiden yaptığın bir şeyi yapmanın verdiği heyecan,
Belki ondan da fazla bir mutluluk ve coşku bu aslında.
Bir süredir tatmadığın bir duygunun seni derinden yakalayıp,
Duvardan duvara çarpması,
Ve senin de bundan büyük keyif alman.
Çok garip bir şey bu..
Ama özlemişim, hem de çooookkkk !...

Görebildiğin Ve Duyabildiğin Her Şeyde Ben Varım - 4.Bölüm

Kalbi yerinden fırlamak üzereydi. Gözlerini açmaya korkuyordu. Neyle karşılacağını bilmemek o birkaç saniyenin sanki saatler kadar uzun geçmesine sebep oluyordu. Sonunda gözlerini hafifçe araladı. Sonra tamamen açtı gözlerini.

- Sen !
- Evet ya, ben ! Ne bekliyordun ki..
- Ama nasıl olur ?
- Ne nasıl olur ?
- Sen orada olamazsın. Ya da ben burada olmamalıyım.
- Biliyorum, bunu kabul etmek herkes için olduğu kadar senin için de zor, ve muhtemelen bundan sonraki birkaç gününü ya da haftanı sadece ve sadece bu anı düşünerek geçireceksin, ve bu zamanlar zor zamanlar olacak. Sana tavsiyem, hiçbir şeyi fazla düşünme ! Bırak herşey olduğu gibi kalsın. Hiçbir şeye olduğundan daha fazla anlam yükleme, çünkü bir yere varamazsın. Ve artık şu gerçeği anla lütfen. "Sen" ve "Ben" biriz, ikimiz de varız. Ama aslında ikimiz birden yokuz. Sadece "Ben" varım, bir de "Sen", ama ayrı ayrı, ama aynı bedende. Anlıyor musun beni ?
- Ben....Ben....Çok yorgunum...Üşüyorum....
- Tahmin etmiştim bunun olacağını, ama artık zamanı gelmişti. Ve bunu artık görmen gerekiyordu. Sen hazırsın Selin.
- Neye hazırım ? Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum.
- Şimdi anlaman gerekmiyor zaten. Yeter ki söylediklerimi duy, sadece dinleme. Söylediklerimi duyduysan eğer, zamanla herşey olması gerektiği gibi olacak, merak etme. Aslında şu an da herşey zaten olması gerektiği gibi. Sadece sen dönüşüme hazırsın artık.

Karşısındaki kendisinden başkası değildi. Selin, sanki ikiz kardeşiyle konuşuyordu, varlığından o ana kadar haberdar olmadığı, onun birebir aynısı.

Daha bir-iki dakika öncesine kadar duyduğu korku artık yerini tamamen yorgunluğa bırakmıştı. Tek dileği tüm bu olanları bir an önce unutup sadece yatağına yatmak ve günlerce uyumaktı. Ve o anda kapalı gözlerini yeniden açtığında, yatağında yatmakta olduğunu farketti. Peki ama ne zaman yatağına geri dönmüştü ? Yoksa hiç çıkmamış mıydı yatağından ? Aklı iyice karışmış, artık bildikleriyle hissettikleri tamamen birbirine girmişti.

Ve bundan kurtulmanın yolunu bulmaya cesareti yoktu şu anda...

10 Haziran 2010 Perşembe

Görebildiğin Ve Duyabildiğin Her Şeyde Ben Varım - 3.Bölüm

Odasının kapısından evin holüne doğru bir adım attı Selin, ve tekrar içeriden gelecek sesleri dinlemeye çalıştı.
Çıt çıkmıyordu. Bir gariplik vardı. Her gece uykusunun en yoğun şekilde bastırdığı zamanlarda tam uyuyakalacağı sırada mutlaka birtakım sesler çıkardı, ve Selin büyük bir panikle yatağında uyanırdı. Am bu gece, tam şu anda hiç de öyle değildi.

Cesaretini toplayarak hole çıktı, iki adım daha attı, tuvaletin kapısına gelmişti. Gözlerini karşıdan hiç ayırmadan kulağını tuvaletin kapısına dayar gibi yaptı. Hiç ses yoktu. Tekrar doğruldu, ileriye doğru üç adım daha attı ve bu sefer de mutfak kapısına geldi. Artık salon kapısıyla arasında yalnızca iki adımlık bir mesafe kalmıştı. Mutfakta da hiç ses yoktu. Buzdolabı bile sanki sessizliğe ayak uydurmak için ses çıkarmıyor gibiydi. Mutfak kapısının hemen karşısındaki evin giriş kapısına gözü takıldı bir anda Selin' in. Selin eve girdiğinde her zaman anahtarıyla evin kapısını bir tur kilitler, üzerine de zinciri takardı. Ama o anda farketti ki, zincir takılı değildi. Bu durum Selin' in nabzının daha da hızlanmasına sebep oldu. Artık elleri terlemeye, ayakları ise korkudan üşümeye başlamıştı. O anda ne yapacağını düşünmeye çalışıyor, ama aklına hiçbir şey gelmiyordu.

Cep telefonu yatak odasında başucunda kalmıştı. Geri dönüp onu almaya ve polisi aramaya kalksa, bu arada çıkaracağı en ufak bir ses başını ciddi şekilde belaya sokabilirdi. O anda salondan hole doğru bir hava akımı hissetti. Sanki içeride rüzgar çıkmıştı, çok hafif bir rüzgar. Hava akımı Selin' in yüzünü yalayarak holün sonuna doğru devam etti. Ve birden çok cılız, incecik bir ışıltı gördüğünü zanneti Selin.

Kapıdan girince salon birkaç adım gittikten sonra sol tarafa  doğru dönüyordu. Selin holde mutfak ve evin giriş kapısının tam arasında salon kapısından ise birkaç adım geride durmuş başına neler gelebileceğini düşünmeye çalışıyor, ve bir yandan da artık korku tüm bedenini teslim almaya başlıyordu.

Herşey bir anda oldu !

Nasıl ve ne şekilde olduğunu anlamadan Selin kendini salonun kapısında buldu. Mutfak kapısından salon kapısına doğru attığı o son birkaç adımı hatırlamıyordu bile. Başını çevirdi, ve sola doğru baktı. Salonun en uç köşesindeki sallanan koltuğun üzerindeki ışık yanıyor, sallanan koltuk sallanıyordu...

DEVAMI - bir süre sonra...

4 Haziran 2010 Cuma

Bugünü Pas Geçmek Istiyorum...

Aslında ben de istemiyorum böyle olmasını.
Bu kadar değişken bir ruh hali nasıl yoruyor, anlatamam.
Bir gün uyanıyorum herşey tozpembe, hayat çok güzel, insanları seviyorum.
Ama o gün bitiyor, yatıyorum kalkıyorum, bir bakıyorum öyle bir gün başlamış ki,
O günü pas geçmek mümkün mü acaba diye sormak istiyorum.
Hayır, eğer böyle bir hakkım varsa, ben pas diyorum !
Ama sanırım yok, zira şimdiye kadar hiç pas geçmedi...

*******

Dün bir arkadaşımla kahve içiyorduk, o söyledi :
"Sen herşey düzelsin diye bir kıvılcım bekliyorsun,
Ama öyle bir şey yok, biliyorsun değil mi ?" diye...
Gerçekten yok mu ?
N'olur biri ya da birileri olduğunu söylesin...

*******

Tam bir yıl olmuş, işi gücü bırakıp "istirahat"e çekilmem.
Ve bu bir yıl nasıl çabuk geçti, hiç farkında bile değilim.
Bu iyi bir şey de olabilir, ya da kötü bir şey de.
Nereden baktığınıza göre değişir.
Ileriye doğru baktığımda, bu geçmi bir yıl beni korkutuyor,
Çünkü o bir yılda pek çok şey oldu, pek çok değişik tecrübe yaşadım.
Ama artık ileriye doğru gitmek, artık hayatımı kazanabilmek için yeniden bir şeyler yapmaya başlamak gerektiğini hatırlatıyor.
Geriye dönüp o bir yılı şöyle gözümün önünden geçirdiğimde ise,
"Iyi ki yapmışım !" diyorum...

Yayınımıza Kısa Bir Süre İçin Ara Vermek Zorunda Kaldık, Özür Dileriz...

Sinir hatlarımızda oluşan, pardon yani link hatlarımızda oluşan bir sorun sebebiyle yayınımıza bir süre ara vermek zorunda kaldık.
Bence alıcılarınızla oynamayın, çünkü çok fazla oynadınız mı, bir daha eski haline getirmek çok zor oluyor.
Söylemedi demeyin...

Şimdi, Türkçe sözlü hafif batı müziği ile yayınımıza devam ediyoruz...

4 Mayıs 2010 Salı

Görebildiğin Ve Duyabildiğin Her Şeyde Ben Varım ! - 2.Bölüm

Selin geçen sene arkadaşlarıyla kutladığı 40.yaş gününün gecesinde görmüştü ilk defa o sesin sahibini.
Sesin sahibini önceleri annesi, sonraları ise yüzünü hiç hatırlayamadığı, o daha 3 yaşındayken iş için yurtdışına giden ve bir daha da geri dönemeyen babası  olarak hayal etmişti hep.

Duyduğu bu ses ve o sesin kendisine anlattıklarından o geceye kadar kimseye bahsetmemişti. O kadar emindi ki o sesin onun koruyucu meleğine ait olduğuna, annesi ya da babası ne farkederdi ki...
Ama o gece parti bitip de son 5 yıldır olduğu gibi yine evine yalnız başına döndüğünde, daha kapıyı açmak için anahtarı deliğe sokarken içini bir ürperti kaplamıştı. "Bir şeyler oluyor, garip bir şeyler !" dedi kendi kendine. "Herhalde içkiyi fazla kaçırdım." diye kendine kızacaktı ki, "Doğumgünümde iki kadeh fazladan içmişim, çok mu !" diyerek normalde hiç yapmadığı bir şeyi yaptı, kontrolünü kaybetmesinin ve olağandışı bu durumun üzerinde fazla durmadı.

Kapıdan içeri girmesiyle yatmaya hazırlanması arasında geçen zaman içerisinde sanki herşeyi gözü kapalı yapıyordu. Mutfağa gidip yatarken başucuna koymak üzere kocaman bir bardak suyunu alması ve sabah kalktığında ilk iş olarak çalıştırdığı kahve makinesinin içine daha bu sabah öğüttüğü kahveden iki kaşık koyması, tuvalete gidip dişlerini fırçalaması, son olarak da salona gidip her zaman televizyon karşısında okurken uyuyakaldığı haftalık dergilerden gelişigüzel bir tane alıp yatak odasına dönmesi, her gece tekrarlanan ve sırası ya da uygulama şekli değişmeyen bir ritüeldi artık.

Ritüel yöntemine uygun şekilde yerine getirildikten sonra yatmak için yatağa girdi, dergisinin kapağını açtı ve dün gece okumaya başladığı yazının devamını okumaya başladı. Kelimeler gözünün önünde birbirine giriyor, beyaz sayfanın rengi sürekli olarak değişiyor ve uykunun ağırlığı Selin' in gözlerine iniyordu.

Tam o sırada bir sesle irkildi. Evin kapısı açılıp kapanmıştı. Evet evet, buna emindi. Ama öyle zorlamayla falan değil, sanki biri anahtarıyla kapıyı açmış, sonra da sessizce içeri girmişti. Bir dakika kadar hiç hareket etmeden bekledi yattığı yerde. İçeriden sesler duymaya çalıştı. Hiçbir şey duyamıyordu. Oysa kapının açılıp kapandığına emindi. Kalp atışları hızlanmış, tansiyonu yükselmişti. İçeride neler olduğunu merak ediyor, ama diğer yandan da neyle karşılaşacağını bilmemekten ötürü de korkuyordu. Sonunda dayanamayarak yavaş hareketlerle yatağından kalktı. Mümkün olduğunca ses çıkarmamaya çalışıyordu.Ama sonra birden bu yaptığının daha tehlikeli olduğunu anladı, ve tam tersine avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Belki aniden gelen bu gürültüyle evine giren her kimse kaçar ve Selin de sabah ilk iş bir güvenlik firmasını arayarak evine alarm sistemi taktırabilirdi.

Bağrışlarından sonunda kendi rahatsız oldu ve birden sustu. İçeriden gelen sesleri dinledi. Hiç ses yoktu. Her gece kalorifer sisteminden gelen, ya da üst katta yalnız yaşayan adamın ayak seslerinden ve de mutfaktaki buzdolabının seslerinden ilk taşındığı aylarda çok rahatsız olmuş, sonraları bu seslere alışmıştı. Ama o gece çıt çıkmıyordu.

Devamı - YARIN

30 Nisan 2010 Cuma

Görebildiğin Ve Duyabildiğin Her Şeyde Ben Varım - 1.Bölüm

"Beni o kadar uzaklarda aramana gerek yok. Ben senin görebildiğin her yerde, duyabildiğin her seste varım. Ama sen henüz buna hazır değilsin. Hazır olduğunda beni görecek, beni duyacak, ya da en azından sana seslendiğimi hissedeceksin. Sadece niyet et, ve sana gönderdiklerimi kabul et !" dedi bir ses, gecenin karanlığında.

Bütün gün zaten garip bir koşturmacayla geçmişti, doğru düzgün yemek bile yiyememiş, sadece iki sandviç ve kahveyle karnını doyurmuş, akşam eve geldiğinde ise yorgunluktan mutfağa gidecek bile hali kalmamıştı.
Üzerindekileri çıkarıp onları odanın köşesinde duran sallanan koltuğa doğru öylece firlatıp kendini yatağa bırakıvermişti.
Gözleri zaten yatak odasına girdiğinden beri yarı kapalıydı. Gözlerini açmaya bile yetmiyordu enerjisi. O da fazla direnmedi, bırakıverdi kendini uykunun o güvensiz kollarına.

Uyku halinden küçüklüğünden beri hoşlanmıyordu. 4 ya da 5 yaşında olmalıydı o zaman. Evlerinin yakınındaki bir yuvaya bırakıyordu her sabah annesi onu, ve akşam saatlerine kadar oradaki diğer küçük çocuklarla ve eğitmenlerle zaman geçirmesi gerekiyordu. Öğlen saatlerinde ise yemek sonrası bütün çocukları öğle uykusuna yatırıyorlardı, ve işte o zamanlarda başlamıştı uykuyla olan problemi.

Uykuya daldığı ilk dakikaların ardından yüzünü bir türlü göremediği, erkek mi kadın mı olduğunu anlayamadığı bir ses ona masallar anlatmaya başlıyordu. Doğal olarak o da masalı anlatanın annesi olduğuna inanmıştı hep. Hatta birkaç defa yuvadan akşam annesi onu almaya geldiğinde o gün dinlediği masaldaki kahramanı ve başına geleni anlattığında, annesinin yüzündeki dinlediklerinden hiçbir şey anlamadığını belli eden ifadeye şaşırmıştı. O anlatmıştı masalı, daha bu öğlen, nasıl olur da anlamazdı ki !...

Devamı - YARIN !...

28 Nisan 2010 Çarşamba

Ben Bıraktım Ya, Şimdi O Bana Tutunuyo !...

Aslında bunu daha önce de yaşamıştım.
Ve nedense unutuvermişim böyle olduğunu, hayatın bu şekilde işlediğini.
Ne zaman ki ben bir şeye ölesiye ihtiyaç hissediyorum, ya da sahip olduğumu canım pahasına koruma iç güdüsüyle hareket etmeye başlıyorum, işte o zaman hayatımın dengesi bozuluyor, doğal olarak benim de.
Ama öyle bir an geliyor ki, ya elimdekileri kaybediyorum ve istediklerimi de elde edemiyorum, "Amaaaaannn, neyse ne, önceden de yoklardı, şimdi de yoklar. O zaman da hayat devam ediyordu, bundan sonra da eder herhal !..." diyor ve hayattan gelen herşeyi olduğu gibi kabul etmeye başlıyorum, işte o zaman kendiliğinden oluyor bazı şeyler, ve de kendi iradeleriyle gelmeye başlıyorlar bana..
Galiba formül de bu zaten, daha doğrusu eşitlik aslında bir eşitsizlik aynı zamanda.
Yani x' in hiçbir koşulda y' ye eşit olmadığı, ve x+y' nin de tanımsız olduğu bir durum söz konusu.
Bilmem anlatabildim mi...

22 Nisan 2010 Perşembe

Biri Bana Bir Şey Anlatmaya Çalışıyor Galiba...

Ama ben anlayamıyorum !
Bunca yıldır hiçbir şeyin farkında olmadan nasıl da yaşamışım..
Belki de öyle yaşamaya devam etmek daha güzel olurmuş.
Ama bir kere bu yola girdikten sonra bu yolda çıkamıyor da insan.
Sanki girdiğin yol, mafya yolu...
Onca yıl hiçbir farkındalık kırıntısı bile olmadan, sadece para için, zevk için, başarı için ve de iktidar için mücadele edip durdum.
Ve o mücadelemde de son derece başarılı oldum.
Ne zaman ki hayatta başka şeylerin de varlığı düştü bir kere aklıma,
Hayatım işte o andan itibaren tepetaklak oldu.
Tam anlamıyla hayatımın altı üstüne geldi !
Ve ben henüz hayatımın altının olumlu bir yönünü göremedim.
Ve işte taa o zamandan beri sadece debelenip duruyorum, batmamaya ve boğulmamaya çalışıyorum.
Ama artık yoruldum.
Ve de umudum tükendi.
Sanırım en kötüsü de bu...

8 Mart 2010 Pazartesi

Neyin Ne Olduğunu Ve Ne Olacağını Bilmiyorum, Ama Sanırım Hoşuma Gidiyor Bu Durum...

Bakıyorum da şu son 2 yılda yaşadıklarıma, ne olacağını bildiğimi zannettiğim hiçbir şeyi bilmiyormuşum meğer, daha doğrusu bildiğimi zannettiğim herşeyi aslında yanlış biliyormuşum.

Hayat öyle zamanlarda karşına öyle olaylar ve insanlar çıkarıyor ki, "Bir dakika, ben buna hazır değildim henüz !" diyesi geliyor insanın.
Ama işin güzelliği, hayatı filmi durdurur gibi durdurup daha sonra kaldığımız yerden yaşamaya devam etme şansımızın olmaması.

O an bir karar vermemiz gerekiyor, bir seçim yapıyoruz, ve sonra da yaptığımız seçimin sonuçlarını yaşıyoruz.
Olay bu kadar basit aslında.
Öyle büyütmeye ya da "şöyle yaparsam böyle olabilir, öyle olduğunda da bunu ederim, böylece şuna ulaşırım.." gibisinden senaryolara ve hayatı formüle etmeye hiç gerek yok.

Belki de sırf bu yüzden biz değil miyiz, canımız istemediği halde sıkıcı olacağını bile bile birtakım yemeklere ya da arkadaş toplantılarına sürüne sürüne de olsa giden, "Belki biri çıkar karşıma, belli mi olur !" ya da "Istemesem de ne kaybederim canım, en kötü gider, yarım saat sonra çıkarım..." diyerek kendimizi aslında o kişiyle karşılaşmayacağımızı ya da o fırsatın karşımıza o yerde çıkmayacağını bile bile "Ya çıkarsa ?" umuduyla kendimizi kandırmaya devam ederiz.
Aslında böyle yapmakta da sorun yok, taa ki istemeye istemeye gittiğimiz o yemekten ya da arkadaş toplantısından "Tüh yaa, bak gördün mü, yine olmadı, son derece sıkıcı bir yemek yiyip geri döndüm, hiç gitmeyecektim zaten, evde oturup o filmi seyredecektim..." gibisinden kendine kızmalar ve kendini cezalandırmalarla geri dönüp de, gitme kararımızın acısını yine kendimizden çıkarıncaya kadar...

Ama madem yoğun istek var, ben size hayatın formülünü şöyle vereyim isterseniz :

Hayattan alacağınız keyif = Deneyimleriniz x (1/ego)

Varın bu formülün yorumunu da bir zahmet siz yapıverin...

Bu arada, formülün tüm kullanım hakları tarafıma aittir, ve bilin ki tarafımdan evrene tasdik ettirilmiştir. Yani kalkıp "Amaaan canım, nereden haberi olacak, ben bunu şurada kullanırım, acaip de karizma ve para yaparım, hahaaaayyyt, eline sağlık Memo !" deseniz de, bilin ki formül bana evrensel yollarla bağlı, ve benim hiçbir şey yapmama gerek yok...

Gerçekten bilmiyorum, ama artık bilmemek beni rahatsız etmiyor. Çünkü egoyu sıfıra yaklaştırdıkça, hayattan daha büyük keyif aldığımı anladım...

4 Mart 2010 Perşembe

Yarın Ne Hissedeceğimizi Bugünden Bilmediğimiz Sürece, Hiçbir Konuda Söz Veremeyiz...

Insan, tepkisel bir varlıktır, ve olaylar ya da kişiler karşısında varlığını, olaylara ve kişilere verdiği tepkiler çerçevesinde ispatlamak gibi bir kişisel davranış alışkanlığı geliştirmiştir.
Işte tam da bu yüzdendir ki, tepkisel varlıklar olarak yaşadığımız sürece, yarın hakkında vereceğimiz tüm kararlar yalandan ibaret olacaktır, zira yarın ne yapmak isteyeceğimizi ve yarın ne hissedeceğimizi bugünden hiçbirimiz bilmiyoruz.
E böyle olunca da, bugünden yarın için ya da 1 hafta sonrası için çevremizdeki kişilere birtakım sözler veriyoruz, fakat aradan geçen süre içerisinde biz değiştiğimiz ve o gün geldiğinde, sözü verdiğimiz güne göre bambaşka biri haline geldiğimiz için sözü verdiğimiz gündekinden bambaşka hislere sahip olduğumuz için de, ya sözümüzü tutamıyoruz, ya da her türlü can çakişmemize ve kendimize zamanı zehir etmemize rağmen sözümüzü tutuyor fakat keyifle geçireceğimiz o zamanın bitip tükenmesi için de bir yandan dakikaları sayıyoruz.
Dolayısıyla geleceğimizi kendimizin yaratacağını bilene kadar, geleceğimizin nasıl olacağını bilemeyiz. Geleceğimizin nasıl olacağını bilemediğimiz durumda da, aslında hiçbir konuda söz veremeyiz, vermemeliyiz.

Tepkisel olmak yerine yaratıcı olduğumuz, kendi gerçeğimizi yarattığımız ve sadece istediklerimize odaklandığımız zaman, yarın ne isteyeceğimizi ve nasıl hissedeceğimizi bilebilir, bu sayede de yarın ya da daha sonrası için sözler verebiliriz.

Bu yüzden bu saatten sonra kimse benden hiçbir konuda söz vermemi beklemesin lütfen, zira size söz veriyorsam bilin ki o sözü tutmayacağımdandır...

3 Mart 2010 Çarşamba

Hangi Limana Doğru Gittiğini Bilmiyorsan, Senin Için Hiçbir Rüzgar Doğru Değildir !...

Bu aralar çevremdeki o kadar kişiden duyuyorum ki, "Ne yapmak istediğimi bilmiyorum, Memo !" ya da "Çok mutsuzum ama beni neyin mutlu edeceğini de bilmiyorum, Memo !" laflarını...
Tabi bana bu cümlelerle gelen insanların hayallerini o anda alt üst etmemek, ve uçurumun kenarına gelmişken son bir temasla kendilerini aşağıya bırakmalarına sebebiyet vermemek için "Valla ben de bilmiyorum, o yüzden sana ne desem boş !" diyemiyorum.
Onun yerine "Belki de şu anda bilmen gerekmiyordur, belki henüz zamanın gelmemiştir, ama hayata inan, kendine güven, mutlaka bileceksin..." demeyi tercih ediyorum.
Bu biraz da tatminsizliğimizin, herşeyi çok çabuk tüketmemizin bir sonucu galiba.
Sevgiyi de, mutluluğu da, beraberliklerimizi de, ya da içinde bulunduğumuz bolluğu da o kadar hızlı tüketiyor, ve sahip olduklarımıza çok kısa bir süre sonra öylesine alışıyoruz ki, bunlar zaten hayatımızın bir parçasıymış, sanki onlara sahip olmak için eşek gibi biz çalışmamışız, biz uğraşmamışız, biz yıllarımızı harcamamışız gibi davranmaya başlıyoruz.
Tabii bu da beraberinde hedefsizliği, ve dolayısıyla da "ben ne yapmak istediğimi bilmiyorum !" u getiriyor.
Aslında ne yapmak istediğini gayet iyi biliyorsun, ve hatta şu anda da onu yapıyorsun.
O yüzden bırak artık " Aaaaa hiç farkında değilim, gerçekten mi ?" ayaklarını..
Sen ne istiyorsan onu yapıyor, ve onu yaşıyorsun. Ama eğer yaşadığından memnun değilsen, o zaman başkasını suçlama, ya da topu taca atma.
Çünkü sen başkasının hayatını yaşamıyorsun, bu hayat senin hayatın, ve sen nasıl yaşamayı istediysen, şu anda aynen onu yaşıyorsun...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Yüklerinden Kurtul ! Onlar Seni Yavaşlatacaktır...

Daha önce yazmıştım "birine ya da bir şeye ihtiyaç duymamak, bizi özgürleştirecek" diye...
Buna gerçekten de inanıyorum.
Zira bugünlere hep bir şeylere, ya da birilerine ihtiyaç duyacak şekilde geldik. "E peki kötü mü oldu, bunun herhangi bir sakıncasını mı gördün de, şimdi bir anda "benim hiçbir şeye ihtiyacım yok !" demeye başladın sen Memo" diye soranlara verebileceğim cevap, belki de gerçekten kimseye ya da hiçbir şeye ihtiyacımız olmadan yaşayabileceğimiz umudundan başka bir şey değildir.

Aslında benimki bir iddia de değil zaten, ya da bir kurtuluş yolu hiç değil.
Sadece hayatımızdaki bağımlılıklardan kurtulmanın, bu uzun hayat yolunda yürürken bizi rahatlatacağına olan inancım.

Nasıl ki çölde yolculuk yapmanın ilk kuralı çok az şey taşımaksa, bana göre hayat yolculuğumuzun da en önemli kurallarından biri, bizi yavaşlatma ve duraklatma ihtimaline karşın, yüklerimizden kurtulmaktır.
Çünkü biz bu hayata çıplak geliyorsak, hiçbir şeye sahip olmadan, sadece kendimiz, zihnimiz, bedenimiz ve ruhumuz, o halde bu hayatta yolculuk yaparken de tek ihtiyacımız bu kutsal üçlüdür diye düşünüyorum.

Zaman içinde önce bebeklik, sonra çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerimiz boyunca pek çok şey yüklenir omuzlarımıza.

Bu yüklenenler bir süre sonra öyle ağır gelmeye başlar ki, artık bırakın hayatta koşmayı, yürümekte hatta oturduğumuz yerden, hatta ve hatta sabah uyandığımızda yataktan kalkmakta bile zorlanmaya başlarız.

Bu yükler çok çeşitlidir : kimilerimizin yüklerinin büyük çoğunluğu ailenin ve yakın çevrelerinin beklentilerinin karşılanması, kimilerininki ise çoğunlukla birilerini gururlandırmaya yönelik davranışlar, çoğumuzun ise bu fiziksel yaşam alanında fiziksel olarak zenginliğe ulaştığımızı gösterecek ağırlıklar, hem ağırlık ölçüsü hem de parasal değer anlamında ağırlıklardan bahsediyorum...

Ve bütün bu yüklere bir de kişisel korkular, endişeler, tatminsizlikler ve kendine karşı acımasız ve yargılayıcı yaklaşımlar da eklenince, o bedenin bu yükler altında ezilmemesi ve üstüne üstlük bir de hareket edebiliyor olması, evrenin en büyük mucizesi değildir de nedir, biri bana bunu söyleyebilir mi...

Bu yüzden de bana göre en değerli yardım, yardım edilen kişinin yardım edene ne kadar bağımlı ve muhtaç olduğu ve onun bu çaresizliğinin ya da muhtaçlığının o an için sona erdirildiği değil, bu yardım ile yardım edilen kişinin sonrası için hayatında kendi ayakları üzerinde durabilmesinin mümkün hale geldiği, en azından ileriye doğru bir adım atmasının yüreklendirildiği, ona bu imkanın verildiği yardımdır.
Sonuçta kişi istekli olmadığı sürece ona kimse yardım edemez. Bu hepimiz için geçerli.
Ama en azından istekli olmasa bile herkesin farkındalığını yükseltmek için hepimizin yapabileceği bir şeyler olduğuna inanıyorum.

Ve ufacık da olsa, birbirimizin hayatlarındaki farkındalıklarımızı yükseltmeye çalışmanın, yardım ettiğimiz kişi kadar, bizi de özgürleştireceğine inanıyorum...

14 Şubat 2010 Pazar

Hak etmek, Ya da Gönülden Vermek...

Bize büyüklerimiz, anne babalarımız hep şunu öğretmiştir :

"Bir şey elde etmek istiyorsan, onu hak etmelisin, ne olursa olsun..."

Tabii bunun ardından şöyle bir konuşma geçebilir aslında, ama küçük bir insanın o anda bunu düşünmek gibi bir opsiyonu olmayacağı için, bu konuşma ancak o küçük insan 30' una geldiğinde gerçekleşebiliyor :)

- "Peki bu sevgi olsa bile mi ?"
- "Özellikle de sevgiyi hak etmen lazım, çünkü sevgi en değerli şey, ve en değerli şeyi elde etmek için daha da fazla uğraşman, onu tam anlamıyla hak etmen gerekir..."

Zaten bu yönlendirmeyi alan küçük çocuk, bundan sonra hayatının en büyük kabusunu yaşayacak, pek çok ilişki, daha doğrusu ilişki denemesi yaşayacak, ve hepsinin sonunda farkına varacağı da, genel olarak tüm ilişkilerin sonunda elinde kalan tek şeyin kırık ve acılı bir kalp olduğudur.

Peki ama daha önce anne babasının söylediği pek çok şeyi, ve sevginin en kralını hak etmesine yetecek kadar çok şey yapmış olmasına rağmen, kahramanımız neden her ilişkinin sonunda "Allah' ım, ne kadar bedbahtım, neydi benim günahım!" şeklinde arabeskin en acılısını yaşamakta ısrarcı davranmaktadır ki ?

Yoksa acaba anne babasının söylediklerini yanlış mı anlamıştı ? Acaba onlar "Yok evladım, sen değil, karşındaki hak edecek, senin bir şey yapmana gerek yok, sen otur, karşındaki senin önünde taklalar atsın, aynı anda 3 işi birlikte yapsın, ve bir de üstüne börek açsın, sen sadece tadına bak !" mı demek istemişlerdi de, o yanlış anlamıştı...

Ama yoooo, gayet netti davranışları. Ne zaman yaramazlık yapsa, ya da bir sakarlık, cezalandırılırdı. Örneğin en sevdiği şeydi, dışarıda yağmur yağarken dışarı çıkıp evin önündeki çimenlerde yuvarlanmak. Ama ardından eve geldiğinde hep kıyamet kopardı, çünkü üstü başı çamur içinde olurdu, ve annesi her seferinde onu saklandığı delikte bulur, akşam babası gelinceye kadar odasına kitlerdi. Baba akşam eve geldiğinde sıkı bir fırça atardı, hatta bazen bu fırçaya iki yanağa birer de tokat eşlik eder, ve o tokatların acısı o yanaklardan bir süre gitmezdi. Bunu yanlış anlamış olma ihtimali olamazdı ki...

Babasının onu kucağına aldığını, ona sarılıp onu öpüp kokladığını da pek hatırlamıyordu, hasta olduğu zamanlar dışında. Demek ki baba sevgisini hak etmenin yolu, hasta olmaktan geçiyordu. Bunu çok küçük yaşta anlamış olduğu için o zamanlar kendisini oldukça takdir ediyordu.
Ama sonraları artık bundan sıkılmaya başladı, çünkü hasta olmak hoşuna gitmiyordu.
Eeeee, ama nasıl olacaktı şimdi, başka bir yol bilmiyordu ki...

Bu hikaye sizce nasıl devam etmeli ?...

Bir Kitap Okudum, Hayatım Değişti Hakikaten...

Ama ne değişim !
Cuma gecesinden beri elim ayağım tutmuyor, bütün korkularım gün ışığına çıktı.
Meğer hepsi derinlere inmiş sadece, yok falan da olmamış.
Ve ben o kitabı okuyunca, sanki onları çağırmışım gibi, gömülü oldukları derinlerden müthiş bir hızla yeniden yüzeye çıkıverdiler...
Sanırım bu kitap biraz fazla geldi,
Artık biraz çizgi roman falan okumalıyım sanırım, yoksa bu gidişat iyi değil !...

11 Şubat 2010 Perşembe

Eski Mısırlılar' a Göre Hayatın Sırrı...

Eski Mısır' daki inanışa göre, kişi öldüğünde ruhu bedenden ayrılır, beden fiziksel dünyada kalır, ruhu ise anka kuşu olarak bedenden ve fiziksel dünyadan ayrılır, yukarı çıkar, ve yukarda cennetin kapısında ruha önemli iki soru sorulurmuş :

1. Hayatında mutluluğu buldun mu ?
2. Hayatında başkalarına mutluluk verdin mi ?

Ruhun cevabına göre, cennete girmesine izin verilirmiş...

Bence hepimizin cevabını vermesi gereken çok önemli iki soru...

Birinci sorunun cevabını bile vermek çoğumuz için son derece zorken, ve belki de gönül rahatlığıyla ve tam olarak tatmin olmuş bir şekilde içimiz müthiş bir coşku ile bu soruya "Eveeeeeettttt !" diyemezken, herhalde kendimizin bulduğundan emin olamadığımız mutluluğu başkalarına verdiğimizi iddia edemeyiz.

Belki birinci soruya birçoğumuz "Tabii buldum canım, ben gayet mutluyum, şu da olsaydı daha da mutlu olurdum gerçi ama..." şeklinde cevap verecektir, ki bu cevabı da muhtemelen 15-20 saniye düşündükten ve kendi içinde önce iç sesini duymaya çalışıp ondan beklediği "Evet, mutluyum!" cevabını bir türlü duyamayınca, devreye yüksek bilinçteki (!) egosunu sokarak "tabii mutlusun, daha ne olmasını istiyorsun ki, evin var, araban var, karın ve çocukların var, süper bir işin var, tamam belki işe her gün koşarak gitmiyorsun, yani sevdiğin işi yaptığını iddia etmiyorum ben de, ve evet belki yıllardır yapmak istediğin gibi senede 2 haftadan fazla tatil yapamadın, tamam kabul, belki en çok keyif aldığın ve çocukluktan beri en büyük hayalin kitap yazmak, ama kitap yazarak bu evin borcu mu ödenir, yoksa çocukların okul masrafları mı ? Deli olma, tabii ki mutlusun, bunlara sahipken mutlu olmayacan da ne zaman mutlu olucan ? Kitabı da emekli olduktan sonra yazarsın, hem emekli olunca bırak iki hafta tatil yapmayı, 365 gün tatil olacak ..." şeklindeki bir diyalogla kendimizi ikna etmiş gibi yaparak "Evet, mutluyum, yani, evet evet, tabi mutluyum, niye olmayayım ki..." cevabını verecek, ama bu sırada bu sözleri söylerken de kelimeler ağzımızdan sanki çıkmak istemiyorcasına zorluk çıkarıyorlarmış gibi hissederiz.
Ama ilk söylediğimiz cümlenin içinde geçen "şu da olsaydı daha da mutlu olurdum gerçi ama..." ilavesi, zaten aslında durumu gayet net bir şekilde ortaya koymakta, ve karşımızdakine şu mesajı vermektedir :
"Ben şimdi sana bir açıklama yapacağım, ki buna ben de inanmıyorum, ama sen inanmış gibi yaparsan çok memnun olurum, hatta mümkünse beni bu konuda biraz da pohpohlarsan daha da güzel olur, çünkü gerçekten bu konuda ikna olmaya ihtiyacım var !"...

Dolayısıyla ikinci soruya vereceğimiz cevap aslında daha da ilginç hale gelmekte, ama diğer yandan da hayatımızın ne kadar komik bir halde olduğunu gözler önüne sermektedir. Zira ikinci soruya vereceğimiz cevap çoğunlukla "Bilmem, bunu başkalarına sorman lazım, ben "Evet, verdim !" desem de, bu objektif olmaz ki !" türünden bir cevap olacaktır, ki bunun da şifresini kaldırırsak, aslında söylemek istediğimiz şeyin "Yaaa kardeşim, anlamadın mı, ben kendim mutlu değilim ki başkalarını mutlu edeyim ! Başkalarını düşünmeye fırsat mı kaldı, daha kendi mutluluğumu yakalayamamışken, bir de başkalarını mı düşüneceğim, hadi ordannnnn !" olma ihtimali oldukça yüksektir.

Evet, siz ne diyorsunuz bu konuda ?
Siz gönül rahatlığıyla iki soruya da, hem de hiç düşünmeden, herhangi bir şarta bağlamadan, olduğu gibi, şu anki halinizle "Evet !" diyebiliyor musunuz ?

10 Şubat 2010 Çarşamba

İstediğimiz Her Şeyin Kaynağı Aslında Biziz !

Çevremizdekilerin bize vermeyi vaat ettiği sevgi, para, söz ya da herhangi bir şeyi bize vermemesinden ötürü kızgınlık duymamıza gerek yok.
Bu hayatta onların bize vermeyi vaat ettikleri hiçbir şeyin eksikliğini çekmeyeceğiz.
Çünkü onların bize vermeyi vaat edip de vermedikleri her şeyden çok daha fazlası her yerde var.
İstediğimiz her şeyin kaynağı biziz, başka hiç kimse değil...

Hüzün

Gelse bile hüzün,
Kapımdan girse içeri,
"Hoşgeldin !" derim.
Sevgiyle kucaklarım onu,
Ve de sonsuz düşümde karşılarım...

9 Şubat 2010 Salı

Gittiğin Yolu Beğenmiyorsan, Yönünü Değiştir !...

Her gün, hatta her an bu seçimi yapma şansımız var aslında.
Yeter ki bunun farkında olalım...

Oysa çoğu zaman daha güne başlarken, havanın kapalı olmasını, o günün haftanın ilk günü olmasını, hatta ve hatta uyandığımızda evimizin soğuk olmasını bahane ederek, ne kadar çaresiz, ne kadar mutsuz ve bezgin olduğumuzu düşünerek güne başlarız.
E güne böyle başlayınca da, doğal olarak bu enerjimize uygun pek çok şey üst üste karşımıza çıkmaya devam eder, ve gerçekten de çaresiz, mutsuz ve umutsuz olduğumuz konusunda ne kadar haklı olduğumuzu bize kanıtlamak istercesine fırsatlarla donanır hayatımız...

Tam o sıralarda içimizde bir ses "e madem mutsuzsun, neden seni mutlu edecek olan şeyi yapmıyorsun?"  diye fısıldar. Ama biz ne yaparız ? O sesi duymamazlıktan gelerek, sanki öyle bir ses ve de nefes yokmuş gibi davranırız.

Sonuçta hayat bizim hayatımız.
İstediğimiz sesi duymakta, istemediğimizi ise duymamazlıktan gelmekte tamamen özgürüz.
Kimseye bunun için bir hesap da vermemiz gerekmiyor, kendimize bile.
Ta ki, artık her gün aynı şeyleri yaşamak bizim için çekilmez bir ızdırap halini alıncaya, ve sabah yataktan kalkmayı bırakın, gözlerimizi güne açmaya bile halimiz kalmayıncaya kadar...

Aslında işi o noktaya getirmeye hiç gerek yok.
Yaşadıklarımızın, yaptıklarımızın ve de söylediklerimizin bizi mutlu edip etmediklerini anlamamız son derece kolay. Tek yapmamız gereken, ne hissettiğimize bakmak, içimize bakmak. Çünkü içimiz bize yalan söylemez.
Eğer yaptığımız bir şeyden ya da söylediğimiz bir sözden, ya da aldığımız bir karardan sonra, içimizdeki fırtına hala devam ediyor, içimizi kemiren düşünceler bu faaliyetlerine devam ediyorlarsa, bilin ki yaptığımız ya da söylediğimiz bizi mutlu etmeyecek.

Bu durumda yapılacak tek şey var.
Yönünü değiştir !
Yönünü değiştirmekten korkma !
Yanlış yöne gitmekten korkmana gerek yok.
Çünkü bu hayatta hepimiz sınırsız yanlış yapma hakkına sahibiz.
Yeter ki içimizdeki rehbere güvenip, onun sesine kulak verelim...

7 Şubat 2010 Pazar

Hatanızı Sevgiden Yana Yapın !..

Karar anlarında aslında hatırlamamız gereken belki de tek gerçek "Şimdi sevgi ne yapardı ?".
Böylece verdiğiniz karar yanlış bile olsa, siz hatanızı sevgiden yana yapmış olmanın iç rahatlığıyla gece yastığa başınızı koyabilirdiniz...

Hiç kuşku yok ki hayatımızda pek çok kararlar veriyoruz, tabii bir de bizim yerimize verilen kararlar var ki, onlar için zaten söylenecekler çok ama çok farklı...

Kendi kararlarımızı verirken neleri düşünüyoruz peki, hiç düşündünüz mü ?
Ben size söyleyeyim...

Çok küçük bir azınlığın dışında genel olarak hepimiz karar verirken vereceğimiz karar sonrasında çevremizde sevilen birey olma durumumuzu korumayı, ya da verdiğimiz karar neticesinde çevremizdeki insanların bu kararımızdan en az etkilenmesini düşünerek, çoğunlukla da aslında gerçekten düşündüğümüz, hissettiğimiz ve de tüm kalbimizle yapmak istediğimizi şeyi yapmaz, çevrenin olası tepkilerini de düşünerek yapacağımız şeyi biraz daha yumuşatarak ve kabul edilebilir hale getirerek, aslında ne gerçekten yapmak istediğimizi yapabiliriz, dolayısıyla verdiğimiz kararın sonucu da hiç de bizim elde etmeyi istediğimiz gibi bir sonuç olmaz, ne de başkalarına da gerçekten bir iyilik yapmış oluruz.
Elde ettiğimiz sonuç "Neden böyle oldu şimdi ? Halbuki ben neler hayal etmiştim, ne elde ettim !.." şeklinde genelde dile gelen ve halk arasında "hayal kırıklığı" şeklinde de ifade bulan, ama aslında başlı başına "kullanım hatası" sınıfına giren bir durumdur.
Çünkü nasıl bir spor ayakkabısının çamaşır makinesinde yıkanmayacağını aslında çoğumuz bilir, buna rağmen biraz kirlendiğinde çamaşır makinesinde yıkar ve makineden çıkardığımızda elimizdeki ayakkabının bizim zamanında satın aldığımız ayakkabı olmadığını iddia edersek, aynı şekilde içinizdeki sese kulak verip, kalbinizi ve onun sevgisini dinleyip karar verecekken araya giren ve "Hooopppp, arkadaş, bir dakika ! Bir de ben bakayım şu olaya, nedir, ne oluyor, ben doktorum !" nidaları ile olaya, yani karar sürecinize müdahele eden zihninizin kararınızı sevgiden uzaklaştırarak tamamen mantığınıza uyumlu bir hale getirmesiyle, siz de aslında ulaşmak istediğiniz sonuçtan kilometrelerce uzakta kendinizi bulur, buna rağmen yine de hayal kırıklığı yaşarsınız...

Ne bekliyorsunuz ki, pardon da...

Bu konuda söyleyeceğim son şey de şudur, ne yapıyorsanız yapın, ama lütfen hata da yapacak olsanız, hatanızı sevgiden yana yapın ! Çünkü hata da yapsanız kalbiniz sizi zihniniz gibi yiyip bitirmez, tam tersine o sizinle gurur duyar, ve ne olursa olsun, o sizi sevmeye devam eder, sizi yargılamadan, ya da çevrenizdekilerle kıyaslamadan...

5 Şubat 2010 Cuma

Birine Ya Da Bir Şeye Ihtiyaç Duymamak, Bizi Özgür Kılacaktır !...

Zira özgürlüklerin en büyüğüdür, kimseye ya da hiçbir şeye ihtiyaç duymamak.
Ve buna herşey dahil, yemek dahil, arkadaş dahil, sığınılacak ev dahil, verilecek sevgi dahil...

Tabi ki bunların hiçbirine ihtiyacımız yok, bunları boşverin demiyorum, diyemem de zaten.
Demek istediğim, bunları sadece seçiminiz olduğu için alıyorsanız veya veriyorsanız, ne ala.

Ama sadece sahip olmak, sahip oldukça da daha da çok sahip olmak ve insanoğlunun bundan binlerce yıl önce yaptığı gibi, "biriktirmek" alışkanlığını keşfettiği an itibarıyla korkuyu da beraberinde getirmesi sonucu ortaya çıkan ikilemi yaşayarak, yani "ya biterse ?" korkusuyla sahip olduklarınızı biriktirmeye başladığınız andan itibaren, bilin ki o biriktirdiğiniz neyse, sevgi de olabilir, para da, ya da belki de şefkat, o her neyse, eninde sonunda bitecektir !...
Çünkü korku kaynaklı davranışınızın sonunda evren size korkunuzu, hissettiğiniz en gerçek haliyle yaşatmak için tüm gücünü seferber edecektir, ve emin olun ki evren bu konuda çok ama çok iyi, hiç zorlanmayacaktır.
Aslında kimse bunu istemiyor, sadece siz istiyorsunuz, ve işin komiği, siz de bunu niyet etmemenize rağmen, sadece egonuzun "sen sen ol, hazır şu anda elinde varken gel koy kenara, hatta bak oradaki arkadaşının elinde de var biraz, ne yap et, onun elindekini de al, ben sana söylüyorum, yarın öbür gün ihtiyacın olur, o zaman "nereden bulucam ben şimdi?" diye sorar durursun..." şeklindeki yüksek sesle seslenişlerine kulak verdiğiniz sürece, bu korkularınız eninde sonunda mut-la-ka gerçek olacaktır, olmadığı daha görülmemiş...

Ihtiyaç duymamak büyük özgürlüktür, ve bizi korkudan özgürleştirir.
Bir şeylere sahip olamayacağımız korkusu -yeterince para, deniz kenarında bir yazlık, belki bir çocuk ya da bir eş- ; sahip olduğumuz şeyleri kaybetme korkusu -sahip olduğumuz iş, eş ya da arkadaşlar- ; ya da bazı şeylere sahip olamazsak mutlu olamayacağımız korkusu -vitrinde gördüğünüz o çanta, ya da yeni çıkan bilmem kaç bin lira fiyatlı cep telefonu...- bizi hep onlara ihtiyaç duyar hissettirir, ve bunun aslında alkol ya da uyuşturucu bağımlılığından hiçbir farkı da yoktur.
Biliyorum şimdi bazıları diyecek ki "Olur mu canım öyle şey, sen de amma yaptın haaa. Uyuşturucu bağımlısı insanların görmüyor musun hallerini, elleri ayakları titriyor, konuşamıyorlar, ruh gibi dolanıyorlar...".
Bunu diyenlere soracak tek bir sorum var : "Siz kendi halinizi görmüyor musunuz ?"

Ikincisi de, ihtiyaç duymamak bizi öfkeden özgürleştirir, ki öfke de korkunun ilanıdır.
Korkacak bir şeyiniz yoksa, öfke duyduğunuz bir şey de yoktur.
Istediğiniz bir şeyi elde edemezseniz öfke duymazsınız, çünkü istediğiniz şey sadece bir tercihtir, ihtiyaç değil.
Bu yüzden de elde edememe olasılığıyla bağlantılı bir korkunuz yoktur, öfkeniz de...

Insan iç huzurunu bulduğunda bir kişinin, yerin, koşulların, sahip olunanların ya da sahip olunamayanların ve olayların olup olmamasının hiçbir önemi kalmaz, bunların hiçbiri içsel deneyimlerimizi belirlemez, çünkü bunların hiçbiri bizim ihtiyaçlarımız değildir artık, ve bu yüzden de bunlarla ilgili hiçbir korkumuz da yoktur, olmadılar diye öfke de duymayız kimseye ya da hiçbir şeye karşı.

Bilmem, anlatabildim mi ?...

4 Şubat 2010 Perşembe

Yapmak mı Zor, Yoksa Olmak mı ?

"Tabii ki yapmak !" ,
Ya da,
"Aman canııımmm, soruya bak, çok saçma, ne demek yapmak mı yoksa olmak mı ? Zaten yapmadan nasıl olucan ki akıllım !"
Belki de
"Onu bunu boşver de, ne olacak senin bu halin, ne zaman halledicen bilmem neyi ?" gibisinden "hiiiiiiççççç girme abicim o konulara, benim de kafamı daha fazla karıştırma, zaten senin söylediğin o kitapları okuya okuya kitap okumaktan soğudum, ne oğlum öyle, yok çekim yasası, yok benzer benzeri çeker, ne dilersen ona sahip olursun...Bırak hocam bunları, çekim yasası ay başında evin kirasını ödüyor mu, ya da kredi kartı ödemesi geldiğinde "bu ay benim yerime evren ödesin!" diyebiliyor musun ?" türü düşünceler, tepkiler ya da dile gelmeyen ama karşınızdakinin gözlerinden çok belirgin şekilde okuyabildiğiniz anlık hislerdir bunlar...

Peki nereden çıktı şimdi "yapmak" ya da "olmak" ikilemi ?
Ya da gerçekten böyle bir ikilem var mı şu hayatta ?

Bugüne kadar pek çok şey yaptık, ve bunların hepsini de birşeyler olabilmek için yaptık durduk.
Iyi bir öğrenim hayatı geçirip "üniversite diplomalı mezun" olabilmek için yıllarca çalıştık, ailelerimiz hatırı sayılır belki de ufak bir servet harcadı bizim için.
Tabii ki "üniversite diplomalı mezun" oluşumuz bize sonraki yıllarda pek çok kapı açtı, hayatımızı kolaylaştırdı.
Iyi şirketlere girip düzgün bir iş sahibi olmamız, bu sayede geçimimizi sağlamamız mümkün oldu.

Peki sonra ne oldu da, yıllar boyunca yaptıklarımızın sonunda aslında yapmak istediğimizin gerçekten bu olup olmadığını sorgulamaya başladık ?
Belki bahsettiğim bu kişiler sayıca pek fazla değil, ama diğer yandan etrafıma baktığımda en azından benim çevremde sayılarının hiç de azımsanamayacak kadar olduğunu da söylemeliyim.

Şu hayatta olmak istediğimiz şey nedir ?

Küçükken hiç kuşkuşuz hepimizin olmak istediği bir şeyler vardır. Kimimiz için bu polis olmaktır, kimimiz için ise doktor. Bazılarımız olaya daha o yaştan maddi açıdan yaklaşır ve "zengin" cevabını verirken, kimimiz ise daha o yaştan içindeki yaratıcı ve naif ruh halini kabul etme yolunda ufak da olsa bir adım atar ve "sanatçı" der. En sevdiğim cevap ise kesinlikle ve kesinlikle "anne" ya da "baba" cevabıdır, ve benim çevremde bu cevabı veren bir arkadaşım vardı çocukluk yıllarımda.
O zaman tabi bana çok anlamsız gelmişti bu cevap. Şimdi şimdi anlıyorum ki, o arkadaşım o zamanlarda biliyordu, "baba" olmanın herşeyin çok ötesinde ulaşılabilecek en yüce ve insanı tatmin edecek nokta olduğunu, mutluluk kaynağı olduğunu.

Benim çevremde hiç duymadığım, ve bugün düşündüğümde en azından bundan sonrası için kendimle ilgili söyleyebildiğim tek şey var ki, ben MUTLU olmak istiyorum. Ve mutlu olmak için de, artık yeni bir yol denemeye karar verdim, özellikle bir şey yapmıyorum !...

Ve enteresan bir şekilde, sadece olanı kabul ettiğimde, iyi ya da kötü diye yargılamadan, insanları olduğu gibi kabul edip onları değiştirmeye çalışmadan, ve de günün sonunda yaşadıklarım için -her ne yaşadıysam, beni üzen, ya da mutlu eden, sinirlendiren ya da umutlandıran her şey için- kendime ve evrene teşekkür ettiğimde, çok huzurlu bir uyku uyuduğumu ve ertesi sabah da güne son derece mutlu bir Memo olarak başladığımı farkettim.

Bu yüzden de ben diyorum ki, yapmak kolay olan, ve yapmanın olmaya faydası var ama yaparak olmanın garantisi asla ve asla yok.
Zor olan ise "olmak", ve belki de olmayı bu kadar zorlaştıran da, bizim "önce birşeyler yapmak lazım" şeklindeki düşünce kalıbımızdır.
Belki de bir süre için bu kalıbı bir kenara koyarak, başka bir şey denenebilir, tabii benim gibi başka bir yol arayışı içindeyseniz.
Yoksa bugüne kadar nasıl geldiyseniz, aynen devam edin...

2 Şubat 2010 Salı

Bana Bunlarla Gelme...

"Ne anlatıyorsun yahu bana böyle ?"...

Bu cümle, son zamanlarda bana en çok ilham veren anlardan birine ait.
Olay şöyle gelişiyor, iki kişi bir ortamda oturmuş konuşuyorlar, ve içlerinden biri diğerine sevgilisi ile ilişkisinde son dönemde olanları anlatıyor, ve sevgilisinin kendisini birkaç gündür aramadığını, o aramadan kendisinin de onu asla aramayacağını falan anlatıyor.

Anlatan bizim yaşlarımızda bir kız, anlattığı da biraz daha yaşlıca bir kadın. Dinleyen kadın sonunda dayanamayarak kıza bakıyor ve son derece ciddi bir ifadeyle " Bitti mi ? " diye soruyor.
Kız afallamış bir şekilde " Evet, bitti. " dedikten sonra kadın kıza öyle bir cevap veriyor ki, bence hepimizin kulağına küpe olması gereken nitelikte :

"Kızım, kaç yaşına geldin, hala böyle "yok erkek arkadaşım beni bilmem kaç gündür aramadı, ve o aramadan ben de onu aramayacağım!" gibi saçma sapan şeylerle uğraşıyorsun, ilerle artık biraz, bırak bunları...Hatta mümkünse o adamdan bir an önce ayrıl, kendine uygun, enerjine yakın birini bul, ve bundan sonra bana da bunlarla gelme..."

Dün seyrettiğim bir filmde vardı. Bazen insanlar ne düşünüyorlarsa onu söylüyorlar, hiçbir şey saklamadan, "Dannnn !" diye akıllarından geçeni söyleyiveriyorlar, ve bu onlar için son derece normal çünkü başka türlü bir iletişim bilimiyorlar.

Özellikle şu son zamanlarda açıksözlü iletişimin gücüne daha da fazla inanmaya başladım. Belki etrafınızdaki insan sayısı biraz biraz azalıyor bu sebeple, ama zaten "mahallenin en sevilen delikanlısı" olmak gibi bir isteğim de hiçbir zaman olmadığı için, bunun bir zararı olduğunu da düşünmüyorum.

Sonuç olarak 35 yıldır hiç kullanmadığım, hiç mi hiç alışık olmadığım yepyeni bir iletişim türünü öğrenmeye ve öğrendiklerimi de uygulamaya çalışırken biraz stres olmak ve hatta arada bazı hatalar yapmak normal diye de düşünüyorum...

1 Şubat 2010 Pazartesi

Hayat Şans Ve Tesadüflerin Ürünü Değildir !...

Öyle olsaydı eminim hayat hakkında da bir bahis oyununu birileri mutlaka piyasaya sürerdi.

E öyle değilse, biz neden sürekli öyleymiş gibi davranıyoruz ?

Neden yaşadığımız her şeyden dolayı ya sadece başkalarını, ya da benim yaptığım gibi sadece kendimizi suçluyoruz da, bu yaşadıklarımız sayesinde neyi hatırlamamız gerektiği konusunda kafa yormuyoruz ?...

Genel olarak bizler hayatta şanslı ya da şanssız olmaya inanmışızdır. Zenginsek, bu sadece ve sadece şu hayata şanslı geldiğimiz için, yok eğer fakirsek de ya da en azından kendimizi zengin sınıfına dahil görmüyorsak da, boşuna yaşadığımıza inanırız, daha doğrusu inandırılırız, zira bunu değiştirmek imkansızdır ya !

Çalışmadığınız dersin sözlüsünde ne kadar saklanırsanız saklanın, o hoca siz kim bilir kaç kere cımbızla kıl çeker gibi oturduğunuz, daha doğrusu şekline büründüğünüz top halinden çıkarıp gerçekte olduğunuz "tembel" ve cahil öğrenci gerçekliğinize geri getirmiştir, tabii sonunda hocanın not defterindeki büyük ve yuvarlak bir sıfır' la beraber...

Yeni ayrıldığınız sevgiliniz ya da eşiniz, ya da kavga ettiğiniz yakın arkadaşınız genel olarak sürekli aynı yerlere gitmenize rağmen önceleri hiç karşınıza çıkmazken ne olur da olur, bir gün hiç beklemediğiniz  bir anda karşınızda beliriverir, hem de yüzünde bir gülümsemeyle...

Ya da bir süredir aklınıza gelen, konuşmak ve hatta görüşmek istediğiniz çok sevdiğiniz birinden aldığınız bir telefon, ya da onunla hiç olmayacak bir yerde karşılaşmanız, bunların hepsi bize göre hayatın güzel ama ufak tesadüflerinden başka bir şey değildir.

Bence artık kendimize gelme zamanı, zira yaşımız artık bunun için yeterince ilerledi diye düşünüyorum.
Haaaa, her şeye rağmen bu olasılığa inanmak isteyene engel olamam, olmak da istemem. Zira çok sevdiğim bir uzakdoğu atasözü var : "Öğrenci hazır olmadıkça, öğretmen gelmez".

Ben hazır olduğumu biliyorum, ve öğretmenimi de pür dikkat dinliyorum.
Eğer sizinki gelmiyorsa, onu uzaklarda aramanıza gerek yok.
Ama genelde en sık yaptığımız hatalardan biridir, çözümü uzaklarda aramak.
Halbuki çözüm son derece basit, ve de size çok yakın, hatta sizin içinizde, ve siz onu biliyorsunuz da hatta.

Sadece hatırlamaya ihtiyacınız var ki,
Hayatın şans ve tesadüflerini, aslında özgür ve bilinçli iradenizle tamamen sizin yarattığınızı anlayabilesiniz...

27 Ocak 2010 Çarşamba

Öğrenmenin En Iyi Yolu, Hatalarımızdır...

Oysa ne gariptir ki, çocukluğumuzda bize "onu öyle yapma !", "sakınnnnn! öyle yaparsan bak uff olur yavrum!" şeklinde nasihatlarla dolu yapmamız ve yapmamamız gerekenlerin bir listesini verirler elimize, ve tüm hayatımız boyunca da bu liste hayatımıza giren insanlar tarafından eklenen yeni yeni maddelerle uzar gider, bir süre sonra da artık listenin ne başını hatırlarız ne de sonunu...

Dolayısıyla benim bu noktada önerim, daha deneysel bir yaklaşımla, herşeyi de sıfırlayarak, tüm bildiklerimizi unutarak, ve hiçbir varsayımda bulunmadan, herşeyi yeni baştan deneyimleyerek sonuçlar çıkarmak suretiyle YAŞAMAYA YENİDEN BAŞLAMAK !...

Zira bence öğrenmenin en iyi yolu, yapmak, yaptığımızın sonucunu görmek, ve bu sonuçtan kendimize dersler çıkarmaktır...Tabi burada önemli olan, sonuçtan çıkardığınız dersin, gerçekten alınması gereken ders olup olmadığıdır. Ama yanlış dersi çıkrmış bile olsanız, bu hiç ders çıkarmamaktan yine de daha iyidir, çünkü en fazla ikinci ya da hadi diyelim üçüncü kez benzer hataları yaptınız, ve sonuçta mutsuz oldunuz, en nihayetinde esas dersi öyle ya da böyle alacaksınız.

Bunu hayatımızın her alanında uygulayabiliriz, uygulamalıyız, ve hatta zaten farkında olsak da olmasa da uyguluyoruz. Önemli olan, bunun farkına varıp varmadığımızdır. Zaten iyileşme ve gelişme sürecimiz de, bu farkına varma anından itibaren başlıyor ve zaman içerisinde de hız kazanıyor.

Ve bir süre sonra artık öyle bir seviyeye ulaşıyor ki insan, yaşadığı mutsuzluklar, üzüntüler, hissedilen acılar geliyor ve gidiyor. Bu o kadar hızlı oluyor ki, ve farkında olan insanlar da bunun geçici olduğunu bildiğinden, öyle anlarda da hayata karşı sevgi dolu kalmayı başarabiliyorlar..

Gerek işyerindeki birlikte çalıştığınız insanlar, gerekse özel hayatınızda sevginizi paylaştığınız eşiniz ya da sevgiliniz, ve bunlardan daha da öncesinde tabii ki evinizdeki aile yaşantınız, ve arkadaşlarınız ile olan ilişkilerinizde, hep hatalar yapmaktan korkar ve kaçarız. Ama korkutuğumuz çoğu şeyin başımıza gelmesi gibi, olmasını istemediğimiz çoğu sonucu da bir şekilde er ya da geç yaşarız. Önemli olan da zaten, işte o korktuğumuz sonucu yaşadıktan sonra yaptığımız ilk şeyin ne olduğu, ve bunun bizim başımıza neden geldiğinin doğru bir şekilde tahlilini yapabilmek.

Sonuçta hayat öyle çok kısa falan da değil bence, hayat pek çok hata yapabilmemiz ve hatta aynı hataları tekrar tekrar yapmamız için yeterince uzun. Yeter ki biz bu uzun hayata güvenip aynı hatayı tekrar tekrar yapmaktan bir noktada ayrılıp, mutluluk skalasının pozitif tarafından hayata yeniden dahil olacak şekilde deney parametrelerinde gerekli değişiklikleri yapacak cesareti gösterelim.

Yoksa aynı koşullar altında aynı deneyi yaparak farklı bir sonuç beklemek, Einstein' ın da dediği gibi, aptallıktan başka bir şey değil galiba... 

26 Ocak 2010 Salı

Sen Yalnızca Sensin !

Ne kadar zordur oysa ki, sadece ve sadece kendin olabilmek.

İçinde büyüdüğümüz çevre tarafından sürgüne gönderiliriz, kendimizden olabildiğince uzaklarda...
Ve o sürgün günlerinde bizim ne istediğimizden çok başkaları için ne yapmamız gerektiğine yoğunlaşır, kendimizi mutlu etmek yerine başkalarının mutluluğu için çrıpınır dururuz.
Sonunda ise öyle bir an gelir ki, o güne kadarki başkaları için bütün uğraşlarınızın, kendinizi feda etmelerin karşılığında elinizde sadece kırık bir kalp kalmıştır, ve kötü haber ise, o kalbin maalesef size ait olduğudur.

Duruma iyi yanından bakma yürekliliğini gösterebildiğimizde ise - yüreklilik diyorum çünkü genel olarak biz insanlar melankoliyi severiz, bizi üzen, uğruna rakı sofrası kurduracak olaylar bizim hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olur, ve bundan vazgeçmek de öyle sanıldığı kadar kolay değildir -, o güne kadar başkaları için sarfettiğimiz çabanın birazını bile kendi hayatımızı güzelleştirmek için sarfettiğimizde, hayatımızdaki değişimin ne kadar güzel ve kökten sarsıcı olabileceğini görürüz.

Kökten sarsılmalar ise aslında iyidir, temelinizin ne kadar sağlam olduğunu test etmenize imkan tanır.
Ve amaç da zaten, köklerimizi hayatın mümkün olduğunca en derinlerine kadar salabilmektir.
Bunu başardığımızda, ne kadar sert rüzgarlar çıkarsa çıksın, ne fırtınalar koparsa kopsun, biz merkezimizde durmaya devam eder, sadece fırtınanın gücüyle sağa-sola ya da öne-arkaya eğiliriz, ve biliriz ki, fırtına dindiğinde hayat bizim için kaldığı yerden devam edecektir...

25 Ocak 2010 Pazartesi

Nardis' te Harika Bir Jazz Gecesi...

Bu gün Nihocuum' un doğumgünüydü, ve Niho ile David Istanbul' daki son 3 günlerini bende geçirmeye karar verdiklerine çok sevindim.
Önce Niho' ya harika bir akşam yemeği yedirdik, sonra eve gelip David' e "Issız Adam" ı izlettik, sonra da Neslihan' ı dinlemeye Nardis' e gittik.

Ve Neslihan o kadar iyiydi ki, onu dinlemeye doyamadık.
Bu yüzden de eve gelir gelmez, sabahı beklemeden bu satırları yazmak istedim, zira gerçek bir sanatçı olma yolunda ilerleyen bu pırıl pırıl yetenek bence bunu hakediyor.
Her ne kadar sen bu satırları okumasan da Neslihan,
Ağzına ve yüreğine sağlık ! Gerçekten kulaklarımızın pasını aldın...





23 Ocak 2010 Cumartesi

Istanbul' da Karla Uyandik...

Sabah 6,5' tu uyandığımda, her Cumartesi olduğu gibi bu Cumartesi de eski arkadaşlarla halı sahada futbol oynamaktı niyetimiz.
Ama aklı başında adamlar olarak Turkcell Superlig maçları ertelenmese bile, biz maçımızı erteleme kararını alarak önemli bir sağduyu örneği gösterdiğimizi düşünüyorum - tabi Turkcell Superlig' de oynayan adamların trilyonlar kazandığını düşününce, bizim yaptığımızın sağduyu falan değil, "ucunda para da yok nasılsa, tam tersine bir de üzerine biz para vericez, hadi ordan !"  düşüncesiyle biraz daha rahatına düşkünlük olduğunu kabul etmek esas sağduyu ve erdemdir diyerek kendimi düzeltiyorum...
Günün ilerleyen saatlerinde öğlen gibi her Cumartesi olduğu gibi yine önce tai chi yapıp, daha sonra da öğle yemeğimizi dışarda yedikten sonra, dışarıda lapa lapa yağan karda bir süre yürüyüş yaparak uzun yıllar sonra adam gibi (!) yağan karın tadını çıkarıyorum.
Ve bu arada Nişantaşı' ndaki hava ve yol durumunu da fotoğraflarla belgeliyorum :


Benim evin önü




Şakayık Sokak' ta ambulans zincir takmaya karar veriyor, Allah yardımcıları olsun...


Teşvikiye Camii karlar altında




Haberlere göre akşam saatlerinde kar yağışı daha da hızlanacakmış, haydi hayırlısı bakalım.
Bir yandan insanın hoşuna gidiyor, şehrin bütün çirkinliklerinin üzeri örtülüyor, beyazın saflığı ve temizliği ile temizleniyor sanki bütün şehir, ve o şehirde yaşayan bizler.
Ama sonrası esas üzücü olan...

21 Ocak 2010 Perşembe

Uzgunum Bu Gece...

Uzgunum, cunku yapmamam gereken bir şey yaptım, hem de yapmayacağıma kendime söz verdiğim, bu konuda kendimle bir süredir mücadele ettiğim bir şey yaptım, ve bu yüzden hem üzgünüm hem de kızgınım.
Sonuçta ben buyum, ve evet, hata yaptım, ve bundan dolayı son derece üzgünüm...

Dün söylediklerim için de üzgünüm !
Onları yazarken kötü bir niyetim yoktu, yanlış bir şey düşünerek yazmadım o satırları.
Tam tersine, son derece samimi, tamamen içimden, kalbimin en derinlerinden gelen duygularla yazmıştım hepsini...

Inanıyorum ki, bir gün gelecek, ve beni duyacaksın !
Kalbinle duyacaksın...
Zaten kalbinle duymayan birine ne kadar yüksek sesle bağırırsam bağırayım,
Beni duymayacağını biliyorum.
Ve Senin beni kalbinle duyacağın, kalbinle göreceğin, ve kalbinde hissedeceğin günü bekliyorum.
O gün gelir mi, onu bilmiyorum, sadece umut ediyorum....

20 Ocak 2010 Çarşamba

Hayata Bir De Bu Pencereden Baksak Diyorum...

Bir yapabilsek, söylenen kelimelerin arkasına bir bakabilsek !

Sadece yazılanların değil, aynı şekilde söylenenlerin de arkasında pek çok farklı anlamların, çok çeşitli duyguların olduğuna inanıyorum ben. Ve bu yazılanların ya da söylenenlerin arkasına bakabilmek, işte o oldukça bilgelik ve de sevgi dolu bir kalp gerektiren bir oluş hali, yapış değil.

Bilgelik, yaşanmışlıklardan ve bu yaşanmışlıklardan çıkarılan tecrübelere, derslere; içimizdeki sevgi ise tamamen hayatın hangi tarafında, olumlu ya da olumsuz, olduğumuzdan geliyor sanki. Ve bence herkesin hayatın hangi tarafında olduğu genel olarak bellidir. Bu yüzden bazı insanlar ilk gördüğünüz anda sizi kendilerinden öyle bir uzaklaştırırlar ki, yanlarına isteseniz de yaklaşamazsınız. En azından ben böyle insanlar tanıyorum, etrafımda varlar. Önemli olan ise, o insanların ne kadar kötü, ne kadar olumsuz, ne kadar huysuz, ya da taş kalpli oldukları değil. Çünkü o onların hayatları, ve kendi seçimlerini yaşıyorlar, ben de kendi hayatımı ve seçimlerimi. Önemli olan bence, bir seçim yapmak, ve o seçimi yaşamak, ve o seçimin sonuçları ne olursa olsun, onları kabul etmek, hata yaptıysanız o hatalarınızdan ders almak ama daima ileri gitmek. Bilgelik de zaten, yapılan bu seçimler ve bu seçimlerin sonunda yapılan hataları görerek sonuçlarına katlanmak, ama gerekli dersleri de alarak bir sonraki seçimde bu tecrübelerden yararlanarak ileriye gitmekten başka bir şey değil.

Hayata olumlu yaklaşan ve yaşamaktan keyif alan insanları, daha onları ilk gördüğünüzde anlarsınız. Bu onların çok şanslı, zengin, başarılı, sevgi dolu bir aile içerisinde yaşıyor olmalarından gelmez genellikle. Bu onların içinde yaşayan, onlara her sabah uyanma gücü ya da yaşadıkları arka arkaya pek çok başarısızlığa rağmen denemeye devam etme cesaretini veren, o güne kadar aşık oldukları ya da herşeyden çok sevdikleri ve uğruna herşeyi göze aldıkları, kalplerini tamamıyla açtıkları o sevgili, eş ya da hayat arkadaşından ayrıldıktan sonra bile onu sevmeye devam edebilme, ve ona kalbinin derinliklerinden tüm samimiyeti ve sıcaklığıyla teşekkür edecek kadar eşsiz bir kalbi barındıracak kadar büyük bir sevginin gücüdür. Ve o sevgi, onların başına ne gelirse gelsin, hayata karşı hep olumlu bakabilme ve her sabah uyandıklarında hayatın karşılarına çıkaracağı deneyimlerle ilerleme fırsatını yaratan güçtür.

Bir insan hayatında kaç kere hata yapar ? Ya da insan hayatında kaç kere başarısız olur ? Peki ya reddedilme, ya da küçük düşme, onları kaç kere yaşar insan hayatında ? Belki bununla ilgili olarak kesin bir rakam vermek zor. Kesin olan tek bir şey var ki, o da bunları ne kadar az yaşamışsa insan, hayatını da o kadar az yaşamıştır. Kısacık bir hayat, yanlışsız, başarısızlık nedir bilmeden, hiç reddedilmeden ya da küçük düşmüş hissetmeden geçen bir hayat...

Ben artık kelimelere takılmamayı seçiyorum. Okuduğum ya da duyduğum kelimelerin arkasındaki gizli anlamları, ve belki de sadece benim hissedebileceğim duygulara ulaşmaya çalışıyorum.

Henüz bilgelik seviyesine eriştiğimi iddia edecek kadar kendini bilmez değilim. Ama sevgi dolu büyük bir kalbe sahip olduğumu hissediyorum, çünkü son günlerde sabahları müthiş bir heyecan ve merak içerisinde uyanıyor, ve günün getireceklerini görmek için dinmeyen bir istek duyuyorum.

Ve bu pencereden hayata baktığımda, hayat daha bir güzel görünüyor gözüme...

19 Ocak 2010 Salı

Teşekkürler, Ben Almayayım...

Hepimizin hikayeleri var !
Aslında hepimiz hikaye anlatıyoruz.
Önce onları yaşıyor, sonra da anlatıyoruz.
Ve bu konuda son derece de başarılıyız aslında.
Tek hatamız var belki de, kimin dinlediğine o kadar takılı kalıyoruz ki, bir yerden sonra anlatmak istediğimizi unutuyor ve esas anlatmak istediğimizin çok uzağında hikayeler anlatıyoruz çoğu zaman.
Oysa sadece hikayemizi anlatsak, kimin dinlediğine, kimin kulak kabartıp anlattıklarımızdan dersler çıkardığına ya da bize söyleyecek sözleri olduğuna bu kadar takılmadan, sadece hikayemizi anlatsak, belki de beklediğimizden çok daha fazlasına sahip olacağız sonunda.
Belki de tahmin ettiğimizden çok daha fazla insan dinliyor bizi o anda, sadece biz farkında değiliz.
Ya da anlattıklarımızdan yola çıkarak bize söyleyecek sözü olan bazı insanlar var etrafımızda, ama biz ilgi ve odağımızı başkalarına, beklentimizin olduğu bazı kişilere öylesine körü körüne sabitliyor ve o noktadan milim bile oynamıyoruz ki, söyleyeceği olan insanlar da bir süre sonra söyleyeceklerini söylemekten vazgeçiyorlar.

Belki bu yüzden bugüne kadar sizin değil de, başkasının gökyüzünde doğdu o güneş !
Belki de sırf bu yüzden ay size değil de, başkasına tutuldu.
Ya da insanoğlu sizin değil bir başkasının adına şiirler yazdı, şarkılar besteledi.
Belki de bunların hiçbiri, belki de, belki de sadece şans...

Siz hangisine inanmak istiyorsanız, o.
Yeter ki bana hikaye anlatmayın...

18 Ocak 2010 Pazartesi

Benim Babam Senin Babanı Döver !...

Hepimizin çocukluğundan itibaren yaşadığı çok sıradan bir durumdur aslında, içinde bulunduğumuz topluluk ya da parçası olduğumuz gruptaki benzerlerimizle kıyaslanmak.

Birkaç aile hep birlikte bir yere gitmiştir, ya da ailelerden birinin evinde toplanılmış, çeşit çeşit yemekler, nefis bir masa, ortam harika, cıvıl cıvıl, herkesin keyfi son derece yerinde, o sırada çocuklar ortalıkta koşuşturmaya başlar. Dikkat çekici olan ise, ortamdaki çocuklardan bir ya da en fazla iki tanesi son derece özgürce, içinden geldiği gibi, korkusuzca ve büyük bir heyecanla sağa sola doğru koşturur, araştırmacı bir merak içerisinde ortalığın altını üstüne getirmeye hazırdır, ve fırsat verilirse yapar da...
Bu çocuğu gören diğer çocuklardan bazıları, korkusuz çocuğa özenerek ve biraz da ondan cesaret alarak, onlar da biraz biraz hareketlenir, düzene başkaldırma yolunda cesur çocuğa destek verirler, ve gürültü ve patırtı katsayısı ortamda biraz daha artar.
Ne zaman ki ortamdaki gürültü ve hareket seviyesi, ortamdaki ebeveynlerden, genellikle de bu babalardan biri olur, birinin tahammül seviyesini zorlar, işte o zaman ebeveynler olaya müdahele eder, ve daha biraz öncesine kadar anı doyasıya yaşayan, ve hayatı korkusuzca, içinden geldiği gibi ve coşkuyla tadan çocuklar, büyük bir yıkıma doğru sürüklenir, çünkü o yıkıcı lafları kendi anne-babalarından duymuşlardır artık :
"Evladım, sen de Murat ve Ayşe gibi uslu uslu otursana, bak ne güzel sessizce oynuyorlar. Çıt çıkmayacak, ona göre !.."

O an itibarıyla çocuğun içindeki tüm coşku, enerji, heyecan vs.. herşeyi alıp götürdünüz, tebrikler !...

Bununla da kalmaz, okul döneminde bu sefer de not kıyaslamaları başlar :
"E dedim ben sana, hiç çalışmıyorsun ki. Bak Ece' ye, kız oturup derslerini çalışıyor, o 85 almış, sen zar zor 45' ten 5 almışsın. Otur çalış biraz, bu gidişle sınıfta kalıcan..."

Bunun biraz daha vahim versiyonu ise şöyle birşey :

"Oğlum, hiç boşuna uğraşma bu saatten sonra. Aklın nerdeydi daha önce, sınava 2 ay kala çalışmaya başladın. Hiç yorma kendini, nasılsa bir yeri kazanamazsın bu saatten sonra, bari gir bir işe de, çalış, para kazan. Seneye daha erken başlarsın sınava çalışmaya, o zaman belki..."

E siz zaten çocuğunuza "potansiyel salak" muamelesi yaptıktan, ve en yakın çevresindeki arkadaşları ile kıyaslayıp onu bulabildiğiniz en derin çukura gömdükten sonra, o çocuğun ileride büyüyüp adam olup çok başarılı olmasını, iş dünyasının prensi olmasını beklemek ne kadar akıl karıdır, bunu bir düşünmemiz gerekiyor galiba.

Çocukluğu boyunca sürekli bu kıyaslamalara maruz kalan, ve bu yüzden de hayatındaki herşeyi, başarıyı, sağlığı, mutluluğu, zenginliği yakın çevresindeki arkadaşları ve onların aileleriyle kıyaslayarak ne olduğu hakkında bir kanıya varan bir çocuğun, aynı yöntemi ilişkiler konusunda da kullanması da bundan kaynaklanıyor herhalde.

İşte tam da bu sebeple, siz ne olduğunu bile anlamadan sevgiliniz telefonu suratınıza kapatabiliyor, ve siz ne olduğunu anlamak için onu defalarca arıyor, mesajlar atıyor, kapısına gidiyorsunuz, ve sonunda öğreniyorsunuz ki, bilmem kim sevgilisine bilmem kaç liralık bir sevgililer günü hediyesi almış, balayı için bilmem nereye götürmüş eşini, ya da paraya kıymış ve bilmem nerede deniz manzaralı ev almış, ama siz ne yapmışsınız, uyduruktan bir demet gül, ya da her zaman gittiğiniz bir restaurantta sıradan bir akşam yemeği...
Sizi kim ne yapsın !...

"Kimin babası kimin babasını döver" mevzusu bu yüzden son derece önemlidir. Dolayısıyla en güçlü baba sizin babanız değilse, yani bundan emin değilseniz, içinizde bu konuda en ufak bir şüphe bile varsa, siz siz olun, böyle bir yarışa girmeyin. Sonunda kaybeden siz olursunuz, e tabi bir de babanız...

16 Ocak 2010 Cumartesi

Fame, yeniden...

Dün öğleden sonra birden modum değişti, son birkaç haftadır ne kadar da iyiyim diye kendi kendimle gurur duyarken, ortada belli bir şey de yokken birden depresif bir ruh haline girdim.
Önce uyku bastırdı, "e peki, uyuyayım o zaman" deyip 2 saat kadar uyuyup uyandıktan sonra, baktım ki durum daha da kötüye gidiyor.
Ama artık öğrendim, böyle durumlarda inkar etmenin hiçbir faydası yok !
Olanı kabul edip, "eh ne yapalım, bu gece de böyle geçecek, bari güzel bir film seyredeyim" diyerek, önce DVD' cime gittim, "Cengiz, bana şöyle eğlenceli, ama çok da değil, orta karar birkaç film çıkarsana" diyerek film tavsiyesi istedim.
Zavallı Cengiz bana birkaç film çıkardı, ama ben hiçbirini almadım, onun yerine Fame' i aldım, ve Cengiz bana garip garip baktıktan sonra "Hayırdır abi, dans filmi falan, ne iş ?" diye sormadan edemedi.
Her  ne kadar Cengiz' in hakkımda ne düşündüğünü çok umursamasam da, kısa bir açıklamanın faydası olacağını düşünerek "Yok Cengiz, merak etme, düşündüğün gibi değil! Sen hatırlamazsın tabii, yaşın ufak, benim gençlik zamanımın filmi bu, yenisini de bir seyredeyim bakiim.." diyerek mekanı hızlıca terkedip, eve geldim, hiç yemek hazırlayacak enerjim de olmadığından, Dominos' tan pizza siparişimi verdim, ve koydum Fame 2009' u DVD player' a.
Filmi ağzım açık seyrettim diyebilirim.
Bence son derece başarılı bir yorum olmuş, eskisinden çok farklı geldi bana.
Ama karakterler o kadar samimi, müzikler öyle sıcak ki...
Filmi seyrettikten sonra da, internetten bütün müzikleri indirdim, ve bütün Cumartesi de ipod' umda onları dinledim.
Modum sabah uynadığımda hala çok yukarılara çıkamamış, ama biraz daha toparlamış gibiydi ki, öğlen Zeyno ile tai chi' mi de yaptıktan sonra yeniden eski enerjime kavuştum.
Bu akşam itibarıyla sarsıntıyı atlatmış bulunuyorum.
Ve öğlen yemekte Zeyno' yla da konuştuğum gibi, artık böyle zamanlarda en azından bana nelerin iyi geldiğini bildiğimden, daha çabuk toparlayabiliyorum. Bu da süper birşey.....
Mutlaka seyredin, FAME 2009.
Özellikle Naturi Naughton ve Asher Book' un sesleri olağanüstü.
Insan dinlemeye doyamıyor...

14 Ocak 2010 Perşembe

Rüya...

Hayat çok basit bir oyunmuş mesela, ve herbirimizin bu oyundaki rolleri de farklıymış.

İşin güzel tarafı, bu oyun içerisinde herbirimizin rollerinin de değişiyor olmasıymış.

Gerek fiziksel değişimlerimiz, gerekse kişisel performanslarımız sebebiyle bu oyun içerisinde yönetmen, herkesin rollerini değiştiriyormuş.

Kimimiz zengin ve varlıklı bir karakteri oynarken, kimimiz fakir ve zorluklar içinde varolma mücadelesi veren karakterleri canlandırıyormuş.

Önceleri bebek rolündeyken, zaman içerisinde bebeği olan ebeveyn rolüne yükseliyormuşuz.

Bu rol değişimlerinin gerçekleşmesindeki iki ana kriter, istisnasız olarak her rol ve durum için geçerliymiş.

Ve bu kriterlere göre, rolünü başarıyla sahneye koyabilenler sadece bir sonraki rolü için değerlendirmeye alınıyormuş.

Bize verilen rolü oynarken, kişisel performansımızın değerlendirme kriteri ise, son derece basitmiş :

Rolünü gerçekten yaşayarak, hissederek oynamak, ve oynadığı rolden mutlu olmak...

Ve işin güzel yanı, hepimizin kendi performansımızı kendimizin değerlendiriyor olmasıymış.

Yani sizi izleyen insanların sizin performansınızla ilgili değerlendirmesi hiçbir şekilde dikkate alınmıyor, sadece ve sadece sizin kendi performansınızı değerlendirmeniz dikkate alınıyormuş.

Ve bu konuda dışarıdan hiçbir kontrol mekanizmasına da ihtiyaç duyulmuyormuş.

Dolayısıyla bazı insanlar sistemi aldatmaya başlamış, ve kendi kişisel performansından memnun olmasa bile rolünü başarıyla oynamış gibi kendini değerlendirerek, bir sonraki rolünü almış.

Ve bu oyunda roller sonsuz olduğu için de, yönetmen hiçbir şekilde hangi rollerin daha çok hangilerinin ise daha az oynandığına bakmıyor, sadece ve sadece oyun sahnesindeki oyuncuları izliyormuş.

Tam o sırada uyandım. Meğer bunların hepsi bir rüyaymış...

13 Ocak 2010 Çarşamba

Mevlana' dan...

Sonsuz bir karanligin içinden dogdum.

Isigi gördüm, korktum.

Agladim.

Zamanla isikta yasamayi ögrendim.

Karanligi gördüm, korktum.

Gün geldi sonsuz karanliga ugurladim sevdiklerimi. ..

Agladim.

Yasamayi ögrendim.

Dogumun, hayatin bitmeye basladigi an oldugunu; aradaki bölümün, ölümden çalinan zamanlar oldugunu ögrendim.

Zamani ögrendim.

Yaristim onunla...

Zamanla yarisilmayacagini,

zamanla barisilacagini, zamanla ögrendim...

Insani ögrendim.

Sonra insanlarin içinde iyiler ve kötüler oldugunu...

Sonra da her insanin içinde

iyilik ve kötülük bulundugunu ögrendim.

Sevmeyi ögrendim.

Sonra güvenmeyi...

Sonra da güvenin sevgiden daha kalici oldugunu, sevginin güvenin saglam zemini üzerine kuruldugunu ögrendim.

Insan tenini ögrendim.

Sonra tenin altnda bir ruh bulundugunu. ..

Sonra da ruhun aslinda tenin üstünde oldugunu ögrendim.

Evreni ögrendim.

Sonra evreni aydinlatmanin yollarini ögrendim.

Sonunda evreni aydinlatabilmek için önce çevreni aydinlatabilmek gerektigin ögrendim.

Ekmegi ögrendim.

Sonra baris için ekmegin bolca üretilmesi gerektigini.

Sonra da ekmegi hakça ülesmenin, bolca üretmek kadar önemli oldugunu ögrendim.

Okumayi ögrendim.

Kendime yaziyi ögrettim sonra...

Ve bir süre sonra yazi, kendimi ögretti bana...

Gitmeyi ögrendim.

Sonra dayanamayip dönmeyi...

Daha da sonra kendime ragmen gitmeyi...

Dünyaya tek basina meydan okumayi ögrendim genç yasta...

Sonra kalabaliklarla birlikte yürümek gerektigi fikrine vardim.

Sonra da asil yürüyüsün kalabaliklara karsi olmasi gerektigine aydim.

Düsünmeyi ögrendim.

Sonra kaliplar içinde düsünmeyi ögrendim.

Sonra saglikli düsünmenin kaliplari yikarak düsünmek oldugunu ögrendim.

Namusun önemini ögrendim evde...

Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk oldugunu; gerçek namusun, günah elinin altindayken, günaha el sürmemek oldugunu ögrendim.

Gerçegi ögrendim bir gün...

Ve gerçegin aci oldugunu...

Sonra dozunda acinin, yemege oldugu kadar hayata da lezzet kattigini ögrendim.

Her canlinin ölümü tadacagini, ama sadece bazilarinin hayati tadacagini ögrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.

Olur ya ...

Kalp durur ...

Akıl unutur ...

Ben dostlarımı ruhumla severim.

O ne durur, ne de unutur ...

12 Ocak 2010 Salı

Kendini Sevmekle Başlar Herşey !...

Herşey bir anda oluvermişti !

Önce yıllar süren birlikteliği bitmiş, hem de tek bir cümleyle, başka hiçbir açıklama olmadan, ne bir tartışma, ne bir kavga ya da sorunun üstesinden gelme çabası...

Son on yılını biriyle birlikte geçridiğinden olsa gerek, ertesi gün itibarıyla hiç tanımadığı yeni bir dünyada, dilini bilmediği insanlarla iletişim kurup, bir şekilde hayatını devam ettirmesi gerekiyordu.

Ama yıkımlar bununla da bitmedi !

Kısa bir süre sonra, bu sefer de uzun süredir yaptığı işinden ayrılması gerekti.

Peki ama neden tüm bu olaylar ardı ardına hep onu buluyordu ?

Bir acısı daha dinmemişken üzerine eklenen yeni başka bir acının nedeni neydi ?

Yoksa hayatı boyunca hep yanlış şeyler mi yapmıştı başkalarına, dolayısıyla hayat o insanların intikamını mı alıyordu ondan ?

Belki de birileri ona bir oyun oynuyordu. Evet evet, bu olsa olsa kötü bir şaka olmalıydı. Bir süre sonra bunu planlayanlar ortaya çıkacak, ve bunun bir şaka olduğunu söyleyeceklerdi ona.

Ama ne zaman ?

Neden hala bekliyorlar ?

Daha ne kadar acı çekmesi gerekiyor ?

Tam bu duygularla kafası karışık bir halde evinin yakınlarındaki parkta sabah yürüyüşünü yaparken, aslında her sabah gördüğü, ama daha önce hiç bu kadar yakından gözlemlemediği bir şeye takıldı gözü.

Parkın sevimli tekir kedisi, gelen kışın da etkisiyle tüyleri de bir hayli artmış ve kabarmış.

Ama parklarda yaşam zor. Bu zorluk onu da etkilemiş olsa gerek. Tüyleri temiz görünmekle birlikte yumak yumak olmuş. Muhtemelen dün gece akşam yemeği bulmak için çöp kutularının içine dalıp çıkmaktan rengi de kararmış.

Tam onun bu haline acımaya başlamıştı ki, o an gözünün önünde dünyanın en büyük mucizesi gerçekleşti, ve tekir parkın çimenlerinde koşmaya başladı, biraz ileride durup kendini çimenlere öylece bıraktı. Başladı çimenlerin üzerinde bir o yana, bir bu yana yuvarlanmaya.

Biraz ileride güvercinler vardı, yerdeki simit kırıntılarının başında toplanmış, karınlarını doyuruyorlar.

Bunu gören tekir önce yere doğru, ön ayaklarının üzerinde öne eğildi, arka bacaklarıyla hızlı koşusuna hazırlığını yaptı, ve bir anda bir ok gibi ileriye, güvercinlere doğru fırladı.

Güvercinler oldukları yerde kanat çırparak yükseldiler, ve herbiri başka bir yöne dağıldı.

Tekir ise önce şöyle bir daire çizerek güvercinlerin simit kırıntılarını yediği bölgeyi kolaçan etti, ve güvercinlere de “ben buralardayım” dedikten sonra da geri dönüp sakin ve rahat adımlarla çimenlere geri döndü.

Uykusu mu geldi ne, birden olduğu yere bırakıverdi gövdesini, ve sanki herbir bacağını başka bir yöne çekiştiriyorlarmış gibi, başladı gerinmeye.

Tekirin herbir tüyünün elektrik verilmiş gibi havaya dikildiğini gördüğünde, gözlerine inanamadı. Mucizenin son noktası ise, tekirin o eşsiz esnemesiydi.

Hayatında gördüğü en rahatlatıcı, en dingin andı bu, bir canlının yaşayabileceği.

Ve o anda bir ses duydu, arkasından ona seslenen :

“Şuna baksana, ne kadar da seviyor kendini, öyle değil mi ? Umrunda bile değil, aç kalmış, ve de evsiz...”

O an herşey netleşmişti.

Ve artık nereden başlayacağını çok iyi biliyordu.

Tam da ihtiyacı olduğu anda, tam da bilmesi gerekeni...

11 Ocak 2010 Pazartesi

Hangimiz Daha Mutlu ?

Mutluluk hakkında ne de çok yazıldı, çizildi..
Filmler çekildi, şarkılar bestelendi, tiyatrolar sahnelendi, şiirler okundu...
Bununla da anlaşılamadı,
Dünyanın dört bir köşesinde milyarlarca insan farklı farklı zamanlarda mutluluk hakkında konuştu.

Kimisi mutluluğun tanımını yaptı,
Ve kendisini de onu yaşayan bir örnek olarak ortaya koydu.
Kimisi onu aradığını söyleyip, nerede ve nasıl bulacağını sordu, bilebileceğini zannettiklerine...

İşin en ilginç yanı, mutluluğu bilenler ve görenler, onu zenginlikte buldular,
Biraz da evde, sevdiklerinin yanında.
Bu yüzdendir ki herhalde, onu arayanlar da mutluluğu hep parada ve ev halinde aradılar.
Ama onlar parada, işte ve eşte bulduklarıyla "mutlu" olamayınca,
"Demek ki mutluluk bu değilmiş, sizin bulduğunuz başka bir şey !" deyince,
Ortalık karıştı...

Mutluluk her yerde, ve aslında hiç bir yerde !
Nasıl yani diye ben bile kendime sordum, ama sonra duyduğum cevap bana yetti.
Çünkü öğlen kitabımı okurken içtiğim kahvenin yanında yediğim çikolatalı kurabiyeden duyduğum mutluluk,
Ya da eve yürürken yanından geçtiğim yaşlı bir kadının yüzündeki o yorgun ama sevimli gülümseme,
Mutluluğun ta kendisi değilse nedir ki...

O yüzden de ben artık sadece kendi içime bakıyorum,
Ne zaman mutluluğa ihtiyacım olduğunu hissetsem...
Ve görüyorum ki,
O hep orada duruyor,
Ve hiç bir yere gittiği de yok.
Siz istemediğiniz sürece...

10 Ocak 2010 Pazar

Cesaret Diyorum, Esaret Değil...

Cesareti nasıl tanımlardınız ?
Belki bazılarınız, korku, acı ya da benzeri duygulara karşı gelebilme yeteneği derdi, bazılarınız ise gözükaralık, ve hatta biraz da delilikle birlikte kullanırdı cesareti.

Benim tanımım ise biraz daha farklı :
"Sonuna kadar gidebilme durumu" bence cesaret.
Aşkın, korkuların, heyecanın, ve belki de en büyük riskleri alarak ölümün.
Ama o sonuna kadar gidebilmek, hiçbir şeyden korkmadan, hiç kimseden çekinmeden, sadece ve sadece sonundaki mutluluğu hayal ederek yola çıkmak, ve sonuca giderken de yolda yaşanılanlardan keyif alarak o yolculuğu yapmak...

Şu hayatta gerçekten cesurca yaptığım ne kadar da az şey varmış, diye hayıflanmadan edemiyorum.
Sanki bana verilen bir yeteneği kullanmıyormuş, kendime ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum.
Ve en azından bundan sonrası için kendime söz veriyorum, hayatı cesurca yaşayacağıma, hayallerimin peşinden cesurca koşacağıma, sevdiğimi cesurca haykırıp, beni üzen kişi ve durumlara cesurca tepkimi göstereceğime...

Ben sonuna kadar gitmeye karar verdim...
Ve orada beni neyin beklediğini bilmiyorum.
Merak da etmiyorum, sadece hayata güveniyorum...

7 Ocak 2010 Perşembe

Unutmak, Herşeyi ve Herkesi...

Belki o kadar da kötü bir şey değildir, unutmak, olamaz mı ?...

Mesela çocukluğunuz boyunca yaşadığınız pek çok travmayı, ya da evliliğinizde eşinizle, ve kesinlikle işyerinizdeki çalışma arkadaşınız ya da patronunuzla yaşadığınız çatışmaları, kavgaları...

Peki ya yaşadığınız iyi şeyler...Onları unutmak da aslında çok keyifli olabilir. Nasıl mı ?

Sadece bir günlük, hatta bir saatlik, hatta ve hatta sadece bir anlık hafızanızın olduğunu bir düşünün.
Sanırım bu pek çoğumuzun ilk başta pek de hoşuna gitmeyecek bir durum olacaktır.
Ama işin güzel yanından bakmak isterseniz, ortaya şöyle bir durum çıktığını siz de farkedeceksiniz :

Yaşadıklarınızı birbiriyle kıyaslama imkanınız olmayacak, dolayısıyla her yaşadığınız o ana kadar yaşadıklarınız ve hatırlayabildiğiniz deneyimler içinde en güzel, en eşsiz ve en harikulade olan olacak.
Çünkü beyninizin kaydedebildiği ilk deneyim her yaşadığınız, ve yeni gelen her deneyim bir öncekinin üzerine kaydediliyor, sınırlı kapasiteli eski püskü bir bilgisayar gibi, sadece tek bir deneyim...

Size yapılan ya da sizin başkalarına yaptığınız iyilikler ve kötülüklerin listesini yapmıyor hiç kimse, ve de hiçbirimiz hiçbir şey hatırlamıyoruz geçmişe ait.
Sadece şu anda varız, ve sadece şu anda "hayatı" deneyimliyoruz.
Ve hayat belki de şu anda yaşadığımızdan çok daha keyifli, çok daha hatırlamaya değer bir hale geliyor.

Ama maalesef biz hatırlayamıyoruz...

6 Ocak 2010 Çarşamba

Zaman Değişim Zamanı...

Eskiden çalıştığım markanın en sevdiğim yanlarından biriydi,
İnsanları motive edici ve içlerindeki enerjiyi açığa çıkaran çeşitli sloganlar yaratması,
Ve o sloganı sezon boyunca lanse etmesi.
Bu sloganlardan biri de,
"Bizde değişmeyen tek şey, değişim !" di...

Gerçekten de insanın hayatında esasında her gün o kadar çok değişim yaşanıyor ki,
Biz bunların birçoğunun farkında bile olmuyoruz.
Bunun sebebi de, bu değişimlerin birçoğuna karşı mücadele ediyor, bilinçli ya da bilinçsiz de olsa,
ya da bir kısmını da reddediyor olmamız galiba...
Reddetme ya da onlarla mücadele etmemizin sebebi de,
Bu değişimlerin bize zarar vereceğine olan inancımız,
Ya da bizim kontrolümüz dışında olan herşeyin bize iyilikten çok kötülük getireceğini düşünmemiz.

Oysa geçmişte yaşadıklarınıza şöyle bir geri dönüp baktığınızda,
Tam teslimiyet halinde,
Ve o an içinde bulunduğunuz ruh halinden sıyrılıp,
Büyük resme bakmayı başarabildiğinizde farkedeceğiniz,
Olan bütün değişimlerin sizin yararınıza olduğudur.

2010 yılı, benim gibi Koç burcundakiler için baştan aşağı değişim zamanıdır.
Bundan korkmaya gerek yok,
Tek yapılacak, teslim olmak,
Hayatla birlikte akmak,
Ve kendini bu değişim dalgası içerisinde akıntıyla ilerleyen bir yelkenli misali,
Ileriye, hep ileriye doğru hedeflemek...

Rüzgarımız bol olsun, ne diyeyim...

5 Ocak 2010 Salı

Bilmemek de Var Galiba Şu Hayatta...

Ne yapmak istediğimi bilmiyorum !
Nereye gitmek istediğimi bilmiyorum !
Ne yemek istediğimi bile bilmiyorum !...

Bilmediklerimin sayısı öyle fazlaydı, ve bunlar beni öylesine rahatsız ediyordu ki,
Bir süre sonra bu bilmediklerim, sanki bildiklerimden daha fazlaymış gibi gelmeye başlamıştı.

Ama sonra birdenbire içimi bir huzur kapladı.
Sanki tüm bilmediklerim bir anda bilinmiş de, artık kafamda hiç soru işareti kalmamış gibiydi.
Aslında bilmediklerim bilinmezliklerini korumaya devam etmekle birlikte,
Bunların benim hayatımdaki yeri ve önemi azalmıştı.

Peki ne olmuştu ?
Hiç bilmiyorum...

Ve galiba bilmek de istemiyorum.
Sadece şunu kabul ediyorum ;
Hayatta bilmek kadar,
Bilmemek de var galiba.

Önemli olan da zaten,
Neyi bildiğin,
Ya da bilmediğinden çok,
Nasıl yaşadığın...