27 Ocak 2010 Çarşamba

Öğrenmenin En Iyi Yolu, Hatalarımızdır...

Oysa ne gariptir ki, çocukluğumuzda bize "onu öyle yapma !", "sakınnnnn! öyle yaparsan bak uff olur yavrum!" şeklinde nasihatlarla dolu yapmamız ve yapmamamız gerekenlerin bir listesini verirler elimize, ve tüm hayatımız boyunca da bu liste hayatımıza giren insanlar tarafından eklenen yeni yeni maddelerle uzar gider, bir süre sonra da artık listenin ne başını hatırlarız ne de sonunu...

Dolayısıyla benim bu noktada önerim, daha deneysel bir yaklaşımla, herşeyi de sıfırlayarak, tüm bildiklerimizi unutarak, ve hiçbir varsayımda bulunmadan, herşeyi yeni baştan deneyimleyerek sonuçlar çıkarmak suretiyle YAŞAMAYA YENİDEN BAŞLAMAK !...

Zira bence öğrenmenin en iyi yolu, yapmak, yaptığımızın sonucunu görmek, ve bu sonuçtan kendimize dersler çıkarmaktır...Tabi burada önemli olan, sonuçtan çıkardığınız dersin, gerçekten alınması gereken ders olup olmadığıdır. Ama yanlış dersi çıkrmış bile olsanız, bu hiç ders çıkarmamaktan yine de daha iyidir, çünkü en fazla ikinci ya da hadi diyelim üçüncü kez benzer hataları yaptınız, ve sonuçta mutsuz oldunuz, en nihayetinde esas dersi öyle ya da böyle alacaksınız.

Bunu hayatımızın her alanında uygulayabiliriz, uygulamalıyız, ve hatta zaten farkında olsak da olmasa da uyguluyoruz. Önemli olan, bunun farkına varıp varmadığımızdır. Zaten iyileşme ve gelişme sürecimiz de, bu farkına varma anından itibaren başlıyor ve zaman içerisinde de hız kazanıyor.

Ve bir süre sonra artık öyle bir seviyeye ulaşıyor ki insan, yaşadığı mutsuzluklar, üzüntüler, hissedilen acılar geliyor ve gidiyor. Bu o kadar hızlı oluyor ki, ve farkında olan insanlar da bunun geçici olduğunu bildiğinden, öyle anlarda da hayata karşı sevgi dolu kalmayı başarabiliyorlar..

Gerek işyerindeki birlikte çalıştığınız insanlar, gerekse özel hayatınızda sevginizi paylaştığınız eşiniz ya da sevgiliniz, ve bunlardan daha da öncesinde tabii ki evinizdeki aile yaşantınız, ve arkadaşlarınız ile olan ilişkilerinizde, hep hatalar yapmaktan korkar ve kaçarız. Ama korkutuğumuz çoğu şeyin başımıza gelmesi gibi, olmasını istemediğimiz çoğu sonucu da bir şekilde er ya da geç yaşarız. Önemli olan da zaten, işte o korktuğumuz sonucu yaşadıktan sonra yaptığımız ilk şeyin ne olduğu, ve bunun bizim başımıza neden geldiğinin doğru bir şekilde tahlilini yapabilmek.

Sonuçta hayat öyle çok kısa falan da değil bence, hayat pek çok hata yapabilmemiz ve hatta aynı hataları tekrar tekrar yapmamız için yeterince uzun. Yeter ki biz bu uzun hayata güvenip aynı hatayı tekrar tekrar yapmaktan bir noktada ayrılıp, mutluluk skalasının pozitif tarafından hayata yeniden dahil olacak şekilde deney parametrelerinde gerekli değişiklikleri yapacak cesareti gösterelim.

Yoksa aynı koşullar altında aynı deneyi yaparak farklı bir sonuç beklemek, Einstein' ın da dediği gibi, aptallıktan başka bir şey değil galiba... 

26 Ocak 2010 Salı

Sen Yalnızca Sensin !

Ne kadar zordur oysa ki, sadece ve sadece kendin olabilmek.

İçinde büyüdüğümüz çevre tarafından sürgüne gönderiliriz, kendimizden olabildiğince uzaklarda...
Ve o sürgün günlerinde bizim ne istediğimizden çok başkaları için ne yapmamız gerektiğine yoğunlaşır, kendimizi mutlu etmek yerine başkalarının mutluluğu için çrıpınır dururuz.
Sonunda ise öyle bir an gelir ki, o güne kadarki başkaları için bütün uğraşlarınızın, kendinizi feda etmelerin karşılığında elinizde sadece kırık bir kalp kalmıştır, ve kötü haber ise, o kalbin maalesef size ait olduğudur.

Duruma iyi yanından bakma yürekliliğini gösterebildiğimizde ise - yüreklilik diyorum çünkü genel olarak biz insanlar melankoliyi severiz, bizi üzen, uğruna rakı sofrası kurduracak olaylar bizim hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olur, ve bundan vazgeçmek de öyle sanıldığı kadar kolay değildir -, o güne kadar başkaları için sarfettiğimiz çabanın birazını bile kendi hayatımızı güzelleştirmek için sarfettiğimizde, hayatımızdaki değişimin ne kadar güzel ve kökten sarsıcı olabileceğini görürüz.

Kökten sarsılmalar ise aslında iyidir, temelinizin ne kadar sağlam olduğunu test etmenize imkan tanır.
Ve amaç da zaten, köklerimizi hayatın mümkün olduğunca en derinlerine kadar salabilmektir.
Bunu başardığımızda, ne kadar sert rüzgarlar çıkarsa çıksın, ne fırtınalar koparsa kopsun, biz merkezimizde durmaya devam eder, sadece fırtınanın gücüyle sağa-sola ya da öne-arkaya eğiliriz, ve biliriz ki, fırtına dindiğinde hayat bizim için kaldığı yerden devam edecektir...

25 Ocak 2010 Pazartesi

Nardis' te Harika Bir Jazz Gecesi...

Bu gün Nihocuum' un doğumgünüydü, ve Niho ile David Istanbul' daki son 3 günlerini bende geçirmeye karar verdiklerine çok sevindim.
Önce Niho' ya harika bir akşam yemeği yedirdik, sonra eve gelip David' e "Issız Adam" ı izlettik, sonra da Neslihan' ı dinlemeye Nardis' e gittik.

Ve Neslihan o kadar iyiydi ki, onu dinlemeye doyamadık.
Bu yüzden de eve gelir gelmez, sabahı beklemeden bu satırları yazmak istedim, zira gerçek bir sanatçı olma yolunda ilerleyen bu pırıl pırıl yetenek bence bunu hakediyor.
Her ne kadar sen bu satırları okumasan da Neslihan,
Ağzına ve yüreğine sağlık ! Gerçekten kulaklarımızın pasını aldın...





23 Ocak 2010 Cumartesi

Istanbul' da Karla Uyandik...

Sabah 6,5' tu uyandığımda, her Cumartesi olduğu gibi bu Cumartesi de eski arkadaşlarla halı sahada futbol oynamaktı niyetimiz.
Ama aklı başında adamlar olarak Turkcell Superlig maçları ertelenmese bile, biz maçımızı erteleme kararını alarak önemli bir sağduyu örneği gösterdiğimizi düşünüyorum - tabi Turkcell Superlig' de oynayan adamların trilyonlar kazandığını düşününce, bizim yaptığımızın sağduyu falan değil, "ucunda para da yok nasılsa, tam tersine bir de üzerine biz para vericez, hadi ordan !"  düşüncesiyle biraz daha rahatına düşkünlük olduğunu kabul etmek esas sağduyu ve erdemdir diyerek kendimi düzeltiyorum...
Günün ilerleyen saatlerinde öğlen gibi her Cumartesi olduğu gibi yine önce tai chi yapıp, daha sonra da öğle yemeğimizi dışarda yedikten sonra, dışarıda lapa lapa yağan karda bir süre yürüyüş yaparak uzun yıllar sonra adam gibi (!) yağan karın tadını çıkarıyorum.
Ve bu arada Nişantaşı' ndaki hava ve yol durumunu da fotoğraflarla belgeliyorum :


Benim evin önü




Şakayık Sokak' ta ambulans zincir takmaya karar veriyor, Allah yardımcıları olsun...


Teşvikiye Camii karlar altında




Haberlere göre akşam saatlerinde kar yağışı daha da hızlanacakmış, haydi hayırlısı bakalım.
Bir yandan insanın hoşuna gidiyor, şehrin bütün çirkinliklerinin üzeri örtülüyor, beyazın saflığı ve temizliği ile temizleniyor sanki bütün şehir, ve o şehirde yaşayan bizler.
Ama sonrası esas üzücü olan...

21 Ocak 2010 Perşembe

Uzgunum Bu Gece...

Uzgunum, cunku yapmamam gereken bir şey yaptım, hem de yapmayacağıma kendime söz verdiğim, bu konuda kendimle bir süredir mücadele ettiğim bir şey yaptım, ve bu yüzden hem üzgünüm hem de kızgınım.
Sonuçta ben buyum, ve evet, hata yaptım, ve bundan dolayı son derece üzgünüm...

Dün söylediklerim için de üzgünüm !
Onları yazarken kötü bir niyetim yoktu, yanlış bir şey düşünerek yazmadım o satırları.
Tam tersine, son derece samimi, tamamen içimden, kalbimin en derinlerinden gelen duygularla yazmıştım hepsini...

Inanıyorum ki, bir gün gelecek, ve beni duyacaksın !
Kalbinle duyacaksın...
Zaten kalbinle duymayan birine ne kadar yüksek sesle bağırırsam bağırayım,
Beni duymayacağını biliyorum.
Ve Senin beni kalbinle duyacağın, kalbinle göreceğin, ve kalbinde hissedeceğin günü bekliyorum.
O gün gelir mi, onu bilmiyorum, sadece umut ediyorum....

20 Ocak 2010 Çarşamba

Hayata Bir De Bu Pencereden Baksak Diyorum...

Bir yapabilsek, söylenen kelimelerin arkasına bir bakabilsek !

Sadece yazılanların değil, aynı şekilde söylenenlerin de arkasında pek çok farklı anlamların, çok çeşitli duyguların olduğuna inanıyorum ben. Ve bu yazılanların ya da söylenenlerin arkasına bakabilmek, işte o oldukça bilgelik ve de sevgi dolu bir kalp gerektiren bir oluş hali, yapış değil.

Bilgelik, yaşanmışlıklardan ve bu yaşanmışlıklardan çıkarılan tecrübelere, derslere; içimizdeki sevgi ise tamamen hayatın hangi tarafında, olumlu ya da olumsuz, olduğumuzdan geliyor sanki. Ve bence herkesin hayatın hangi tarafında olduğu genel olarak bellidir. Bu yüzden bazı insanlar ilk gördüğünüz anda sizi kendilerinden öyle bir uzaklaştırırlar ki, yanlarına isteseniz de yaklaşamazsınız. En azından ben böyle insanlar tanıyorum, etrafımda varlar. Önemli olan ise, o insanların ne kadar kötü, ne kadar olumsuz, ne kadar huysuz, ya da taş kalpli oldukları değil. Çünkü o onların hayatları, ve kendi seçimlerini yaşıyorlar, ben de kendi hayatımı ve seçimlerimi. Önemli olan bence, bir seçim yapmak, ve o seçimi yaşamak, ve o seçimin sonuçları ne olursa olsun, onları kabul etmek, hata yaptıysanız o hatalarınızdan ders almak ama daima ileri gitmek. Bilgelik de zaten, yapılan bu seçimler ve bu seçimlerin sonunda yapılan hataları görerek sonuçlarına katlanmak, ama gerekli dersleri de alarak bir sonraki seçimde bu tecrübelerden yararlanarak ileriye gitmekten başka bir şey değil.

Hayata olumlu yaklaşan ve yaşamaktan keyif alan insanları, daha onları ilk gördüğünüzde anlarsınız. Bu onların çok şanslı, zengin, başarılı, sevgi dolu bir aile içerisinde yaşıyor olmalarından gelmez genellikle. Bu onların içinde yaşayan, onlara her sabah uyanma gücü ya da yaşadıkları arka arkaya pek çok başarısızlığa rağmen denemeye devam etme cesaretini veren, o güne kadar aşık oldukları ya da herşeyden çok sevdikleri ve uğruna herşeyi göze aldıkları, kalplerini tamamıyla açtıkları o sevgili, eş ya da hayat arkadaşından ayrıldıktan sonra bile onu sevmeye devam edebilme, ve ona kalbinin derinliklerinden tüm samimiyeti ve sıcaklığıyla teşekkür edecek kadar eşsiz bir kalbi barındıracak kadar büyük bir sevginin gücüdür. Ve o sevgi, onların başına ne gelirse gelsin, hayata karşı hep olumlu bakabilme ve her sabah uyandıklarında hayatın karşılarına çıkaracağı deneyimlerle ilerleme fırsatını yaratan güçtür.

Bir insan hayatında kaç kere hata yapar ? Ya da insan hayatında kaç kere başarısız olur ? Peki ya reddedilme, ya da küçük düşme, onları kaç kere yaşar insan hayatında ? Belki bununla ilgili olarak kesin bir rakam vermek zor. Kesin olan tek bir şey var ki, o da bunları ne kadar az yaşamışsa insan, hayatını da o kadar az yaşamıştır. Kısacık bir hayat, yanlışsız, başarısızlık nedir bilmeden, hiç reddedilmeden ya da küçük düşmüş hissetmeden geçen bir hayat...

Ben artık kelimelere takılmamayı seçiyorum. Okuduğum ya da duyduğum kelimelerin arkasındaki gizli anlamları, ve belki de sadece benim hissedebileceğim duygulara ulaşmaya çalışıyorum.

Henüz bilgelik seviyesine eriştiğimi iddia edecek kadar kendini bilmez değilim. Ama sevgi dolu büyük bir kalbe sahip olduğumu hissediyorum, çünkü son günlerde sabahları müthiş bir heyecan ve merak içerisinde uyanıyor, ve günün getireceklerini görmek için dinmeyen bir istek duyuyorum.

Ve bu pencereden hayata baktığımda, hayat daha bir güzel görünüyor gözüme...

19 Ocak 2010 Salı

Teşekkürler, Ben Almayayım...

Hepimizin hikayeleri var !
Aslında hepimiz hikaye anlatıyoruz.
Önce onları yaşıyor, sonra da anlatıyoruz.
Ve bu konuda son derece de başarılıyız aslında.
Tek hatamız var belki de, kimin dinlediğine o kadar takılı kalıyoruz ki, bir yerden sonra anlatmak istediğimizi unutuyor ve esas anlatmak istediğimizin çok uzağında hikayeler anlatıyoruz çoğu zaman.
Oysa sadece hikayemizi anlatsak, kimin dinlediğine, kimin kulak kabartıp anlattıklarımızdan dersler çıkardığına ya da bize söyleyecek sözleri olduğuna bu kadar takılmadan, sadece hikayemizi anlatsak, belki de beklediğimizden çok daha fazlasına sahip olacağız sonunda.
Belki de tahmin ettiğimizden çok daha fazla insan dinliyor bizi o anda, sadece biz farkında değiliz.
Ya da anlattıklarımızdan yola çıkarak bize söyleyecek sözü olan bazı insanlar var etrafımızda, ama biz ilgi ve odağımızı başkalarına, beklentimizin olduğu bazı kişilere öylesine körü körüne sabitliyor ve o noktadan milim bile oynamıyoruz ki, söyleyeceği olan insanlar da bir süre sonra söyleyeceklerini söylemekten vazgeçiyorlar.

Belki bu yüzden bugüne kadar sizin değil de, başkasının gökyüzünde doğdu o güneş !
Belki de sırf bu yüzden ay size değil de, başkasına tutuldu.
Ya da insanoğlu sizin değil bir başkasının adına şiirler yazdı, şarkılar besteledi.
Belki de bunların hiçbiri, belki de, belki de sadece şans...

Siz hangisine inanmak istiyorsanız, o.
Yeter ki bana hikaye anlatmayın...

18 Ocak 2010 Pazartesi

Benim Babam Senin Babanı Döver !...

Hepimizin çocukluğundan itibaren yaşadığı çok sıradan bir durumdur aslında, içinde bulunduğumuz topluluk ya da parçası olduğumuz gruptaki benzerlerimizle kıyaslanmak.

Birkaç aile hep birlikte bir yere gitmiştir, ya da ailelerden birinin evinde toplanılmış, çeşit çeşit yemekler, nefis bir masa, ortam harika, cıvıl cıvıl, herkesin keyfi son derece yerinde, o sırada çocuklar ortalıkta koşuşturmaya başlar. Dikkat çekici olan ise, ortamdaki çocuklardan bir ya da en fazla iki tanesi son derece özgürce, içinden geldiği gibi, korkusuzca ve büyük bir heyecanla sağa sola doğru koşturur, araştırmacı bir merak içerisinde ortalığın altını üstüne getirmeye hazırdır, ve fırsat verilirse yapar da...
Bu çocuğu gören diğer çocuklardan bazıları, korkusuz çocuğa özenerek ve biraz da ondan cesaret alarak, onlar da biraz biraz hareketlenir, düzene başkaldırma yolunda cesur çocuğa destek verirler, ve gürültü ve patırtı katsayısı ortamda biraz daha artar.
Ne zaman ki ortamdaki gürültü ve hareket seviyesi, ortamdaki ebeveynlerden, genellikle de bu babalardan biri olur, birinin tahammül seviyesini zorlar, işte o zaman ebeveynler olaya müdahele eder, ve daha biraz öncesine kadar anı doyasıya yaşayan, ve hayatı korkusuzca, içinden geldiği gibi ve coşkuyla tadan çocuklar, büyük bir yıkıma doğru sürüklenir, çünkü o yıkıcı lafları kendi anne-babalarından duymuşlardır artık :
"Evladım, sen de Murat ve Ayşe gibi uslu uslu otursana, bak ne güzel sessizce oynuyorlar. Çıt çıkmayacak, ona göre !.."

O an itibarıyla çocuğun içindeki tüm coşku, enerji, heyecan vs.. herşeyi alıp götürdünüz, tebrikler !...

Bununla da kalmaz, okul döneminde bu sefer de not kıyaslamaları başlar :
"E dedim ben sana, hiç çalışmıyorsun ki. Bak Ece' ye, kız oturup derslerini çalışıyor, o 85 almış, sen zar zor 45' ten 5 almışsın. Otur çalış biraz, bu gidişle sınıfta kalıcan..."

Bunun biraz daha vahim versiyonu ise şöyle birşey :

"Oğlum, hiç boşuna uğraşma bu saatten sonra. Aklın nerdeydi daha önce, sınava 2 ay kala çalışmaya başladın. Hiç yorma kendini, nasılsa bir yeri kazanamazsın bu saatten sonra, bari gir bir işe de, çalış, para kazan. Seneye daha erken başlarsın sınava çalışmaya, o zaman belki..."

E siz zaten çocuğunuza "potansiyel salak" muamelesi yaptıktan, ve en yakın çevresindeki arkadaşları ile kıyaslayıp onu bulabildiğiniz en derin çukura gömdükten sonra, o çocuğun ileride büyüyüp adam olup çok başarılı olmasını, iş dünyasının prensi olmasını beklemek ne kadar akıl karıdır, bunu bir düşünmemiz gerekiyor galiba.

Çocukluğu boyunca sürekli bu kıyaslamalara maruz kalan, ve bu yüzden de hayatındaki herşeyi, başarıyı, sağlığı, mutluluğu, zenginliği yakın çevresindeki arkadaşları ve onların aileleriyle kıyaslayarak ne olduğu hakkında bir kanıya varan bir çocuğun, aynı yöntemi ilişkiler konusunda da kullanması da bundan kaynaklanıyor herhalde.

İşte tam da bu sebeple, siz ne olduğunu bile anlamadan sevgiliniz telefonu suratınıza kapatabiliyor, ve siz ne olduğunu anlamak için onu defalarca arıyor, mesajlar atıyor, kapısına gidiyorsunuz, ve sonunda öğreniyorsunuz ki, bilmem kim sevgilisine bilmem kaç liralık bir sevgililer günü hediyesi almış, balayı için bilmem nereye götürmüş eşini, ya da paraya kıymış ve bilmem nerede deniz manzaralı ev almış, ama siz ne yapmışsınız, uyduruktan bir demet gül, ya da her zaman gittiğiniz bir restaurantta sıradan bir akşam yemeği...
Sizi kim ne yapsın !...

"Kimin babası kimin babasını döver" mevzusu bu yüzden son derece önemlidir. Dolayısıyla en güçlü baba sizin babanız değilse, yani bundan emin değilseniz, içinizde bu konuda en ufak bir şüphe bile varsa, siz siz olun, böyle bir yarışa girmeyin. Sonunda kaybeden siz olursunuz, e tabi bir de babanız...

16 Ocak 2010 Cumartesi

Fame, yeniden...

Dün öğleden sonra birden modum değişti, son birkaç haftadır ne kadar da iyiyim diye kendi kendimle gurur duyarken, ortada belli bir şey de yokken birden depresif bir ruh haline girdim.
Önce uyku bastırdı, "e peki, uyuyayım o zaman" deyip 2 saat kadar uyuyup uyandıktan sonra, baktım ki durum daha da kötüye gidiyor.
Ama artık öğrendim, böyle durumlarda inkar etmenin hiçbir faydası yok !
Olanı kabul edip, "eh ne yapalım, bu gece de böyle geçecek, bari güzel bir film seyredeyim" diyerek, önce DVD' cime gittim, "Cengiz, bana şöyle eğlenceli, ama çok da değil, orta karar birkaç film çıkarsana" diyerek film tavsiyesi istedim.
Zavallı Cengiz bana birkaç film çıkardı, ama ben hiçbirini almadım, onun yerine Fame' i aldım, ve Cengiz bana garip garip baktıktan sonra "Hayırdır abi, dans filmi falan, ne iş ?" diye sormadan edemedi.
Her  ne kadar Cengiz' in hakkımda ne düşündüğünü çok umursamasam da, kısa bir açıklamanın faydası olacağını düşünerek "Yok Cengiz, merak etme, düşündüğün gibi değil! Sen hatırlamazsın tabii, yaşın ufak, benim gençlik zamanımın filmi bu, yenisini de bir seyredeyim bakiim.." diyerek mekanı hızlıca terkedip, eve geldim, hiç yemek hazırlayacak enerjim de olmadığından, Dominos' tan pizza siparişimi verdim, ve koydum Fame 2009' u DVD player' a.
Filmi ağzım açık seyrettim diyebilirim.
Bence son derece başarılı bir yorum olmuş, eskisinden çok farklı geldi bana.
Ama karakterler o kadar samimi, müzikler öyle sıcak ki...
Filmi seyrettikten sonra da, internetten bütün müzikleri indirdim, ve bütün Cumartesi de ipod' umda onları dinledim.
Modum sabah uynadığımda hala çok yukarılara çıkamamış, ama biraz daha toparlamış gibiydi ki, öğlen Zeyno ile tai chi' mi de yaptıktan sonra yeniden eski enerjime kavuştum.
Bu akşam itibarıyla sarsıntıyı atlatmış bulunuyorum.
Ve öğlen yemekte Zeyno' yla da konuştuğum gibi, artık böyle zamanlarda en azından bana nelerin iyi geldiğini bildiğimden, daha çabuk toparlayabiliyorum. Bu da süper birşey.....
Mutlaka seyredin, FAME 2009.
Özellikle Naturi Naughton ve Asher Book' un sesleri olağanüstü.
Insan dinlemeye doyamıyor...

14 Ocak 2010 Perşembe

Rüya...

Hayat çok basit bir oyunmuş mesela, ve herbirimizin bu oyundaki rolleri de farklıymış.

İşin güzel tarafı, bu oyun içerisinde herbirimizin rollerinin de değişiyor olmasıymış.

Gerek fiziksel değişimlerimiz, gerekse kişisel performanslarımız sebebiyle bu oyun içerisinde yönetmen, herkesin rollerini değiştiriyormuş.

Kimimiz zengin ve varlıklı bir karakteri oynarken, kimimiz fakir ve zorluklar içinde varolma mücadelesi veren karakterleri canlandırıyormuş.

Önceleri bebek rolündeyken, zaman içerisinde bebeği olan ebeveyn rolüne yükseliyormuşuz.

Bu rol değişimlerinin gerçekleşmesindeki iki ana kriter, istisnasız olarak her rol ve durum için geçerliymiş.

Ve bu kriterlere göre, rolünü başarıyla sahneye koyabilenler sadece bir sonraki rolü için değerlendirmeye alınıyormuş.

Bize verilen rolü oynarken, kişisel performansımızın değerlendirme kriteri ise, son derece basitmiş :

Rolünü gerçekten yaşayarak, hissederek oynamak, ve oynadığı rolden mutlu olmak...

Ve işin güzel yanı, hepimizin kendi performansımızı kendimizin değerlendiriyor olmasıymış.

Yani sizi izleyen insanların sizin performansınızla ilgili değerlendirmesi hiçbir şekilde dikkate alınmıyor, sadece ve sadece sizin kendi performansınızı değerlendirmeniz dikkate alınıyormuş.

Ve bu konuda dışarıdan hiçbir kontrol mekanizmasına da ihtiyaç duyulmuyormuş.

Dolayısıyla bazı insanlar sistemi aldatmaya başlamış, ve kendi kişisel performansından memnun olmasa bile rolünü başarıyla oynamış gibi kendini değerlendirerek, bir sonraki rolünü almış.

Ve bu oyunda roller sonsuz olduğu için de, yönetmen hiçbir şekilde hangi rollerin daha çok hangilerinin ise daha az oynandığına bakmıyor, sadece ve sadece oyun sahnesindeki oyuncuları izliyormuş.

Tam o sırada uyandım. Meğer bunların hepsi bir rüyaymış...

13 Ocak 2010 Çarşamba

Mevlana' dan...

Sonsuz bir karanligin içinden dogdum.

Isigi gördüm, korktum.

Agladim.

Zamanla isikta yasamayi ögrendim.

Karanligi gördüm, korktum.

Gün geldi sonsuz karanliga ugurladim sevdiklerimi. ..

Agladim.

Yasamayi ögrendim.

Dogumun, hayatin bitmeye basladigi an oldugunu; aradaki bölümün, ölümden çalinan zamanlar oldugunu ögrendim.

Zamani ögrendim.

Yaristim onunla...

Zamanla yarisilmayacagini,

zamanla barisilacagini, zamanla ögrendim...

Insani ögrendim.

Sonra insanlarin içinde iyiler ve kötüler oldugunu...

Sonra da her insanin içinde

iyilik ve kötülük bulundugunu ögrendim.

Sevmeyi ögrendim.

Sonra güvenmeyi...

Sonra da güvenin sevgiden daha kalici oldugunu, sevginin güvenin saglam zemini üzerine kuruldugunu ögrendim.

Insan tenini ögrendim.

Sonra tenin altnda bir ruh bulundugunu. ..

Sonra da ruhun aslinda tenin üstünde oldugunu ögrendim.

Evreni ögrendim.

Sonra evreni aydinlatmanin yollarini ögrendim.

Sonunda evreni aydinlatabilmek için önce çevreni aydinlatabilmek gerektigin ögrendim.

Ekmegi ögrendim.

Sonra baris için ekmegin bolca üretilmesi gerektigini.

Sonra da ekmegi hakça ülesmenin, bolca üretmek kadar önemli oldugunu ögrendim.

Okumayi ögrendim.

Kendime yaziyi ögrettim sonra...

Ve bir süre sonra yazi, kendimi ögretti bana...

Gitmeyi ögrendim.

Sonra dayanamayip dönmeyi...

Daha da sonra kendime ragmen gitmeyi...

Dünyaya tek basina meydan okumayi ögrendim genç yasta...

Sonra kalabaliklarla birlikte yürümek gerektigi fikrine vardim.

Sonra da asil yürüyüsün kalabaliklara karsi olmasi gerektigine aydim.

Düsünmeyi ögrendim.

Sonra kaliplar içinde düsünmeyi ögrendim.

Sonra saglikli düsünmenin kaliplari yikarak düsünmek oldugunu ögrendim.

Namusun önemini ögrendim evde...

Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk oldugunu; gerçek namusun, günah elinin altindayken, günaha el sürmemek oldugunu ögrendim.

Gerçegi ögrendim bir gün...

Ve gerçegin aci oldugunu...

Sonra dozunda acinin, yemege oldugu kadar hayata da lezzet kattigini ögrendim.

Her canlinin ölümü tadacagini, ama sadece bazilarinin hayati tadacagini ögrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.

Olur ya ...

Kalp durur ...

Akıl unutur ...

Ben dostlarımı ruhumla severim.

O ne durur, ne de unutur ...

12 Ocak 2010 Salı

Kendini Sevmekle Başlar Herşey !...

Herşey bir anda oluvermişti !

Önce yıllar süren birlikteliği bitmiş, hem de tek bir cümleyle, başka hiçbir açıklama olmadan, ne bir tartışma, ne bir kavga ya da sorunun üstesinden gelme çabası...

Son on yılını biriyle birlikte geçridiğinden olsa gerek, ertesi gün itibarıyla hiç tanımadığı yeni bir dünyada, dilini bilmediği insanlarla iletişim kurup, bir şekilde hayatını devam ettirmesi gerekiyordu.

Ama yıkımlar bununla da bitmedi !

Kısa bir süre sonra, bu sefer de uzun süredir yaptığı işinden ayrılması gerekti.

Peki ama neden tüm bu olaylar ardı ardına hep onu buluyordu ?

Bir acısı daha dinmemişken üzerine eklenen yeni başka bir acının nedeni neydi ?

Yoksa hayatı boyunca hep yanlış şeyler mi yapmıştı başkalarına, dolayısıyla hayat o insanların intikamını mı alıyordu ondan ?

Belki de birileri ona bir oyun oynuyordu. Evet evet, bu olsa olsa kötü bir şaka olmalıydı. Bir süre sonra bunu planlayanlar ortaya çıkacak, ve bunun bir şaka olduğunu söyleyeceklerdi ona.

Ama ne zaman ?

Neden hala bekliyorlar ?

Daha ne kadar acı çekmesi gerekiyor ?

Tam bu duygularla kafası karışık bir halde evinin yakınlarındaki parkta sabah yürüyüşünü yaparken, aslında her sabah gördüğü, ama daha önce hiç bu kadar yakından gözlemlemediği bir şeye takıldı gözü.

Parkın sevimli tekir kedisi, gelen kışın da etkisiyle tüyleri de bir hayli artmış ve kabarmış.

Ama parklarda yaşam zor. Bu zorluk onu da etkilemiş olsa gerek. Tüyleri temiz görünmekle birlikte yumak yumak olmuş. Muhtemelen dün gece akşam yemeği bulmak için çöp kutularının içine dalıp çıkmaktan rengi de kararmış.

Tam onun bu haline acımaya başlamıştı ki, o an gözünün önünde dünyanın en büyük mucizesi gerçekleşti, ve tekir parkın çimenlerinde koşmaya başladı, biraz ileride durup kendini çimenlere öylece bıraktı. Başladı çimenlerin üzerinde bir o yana, bir bu yana yuvarlanmaya.

Biraz ileride güvercinler vardı, yerdeki simit kırıntılarının başında toplanmış, karınlarını doyuruyorlar.

Bunu gören tekir önce yere doğru, ön ayaklarının üzerinde öne eğildi, arka bacaklarıyla hızlı koşusuna hazırlığını yaptı, ve bir anda bir ok gibi ileriye, güvercinlere doğru fırladı.

Güvercinler oldukları yerde kanat çırparak yükseldiler, ve herbiri başka bir yöne dağıldı.

Tekir ise önce şöyle bir daire çizerek güvercinlerin simit kırıntılarını yediği bölgeyi kolaçan etti, ve güvercinlere de “ben buralardayım” dedikten sonra da geri dönüp sakin ve rahat adımlarla çimenlere geri döndü.

Uykusu mu geldi ne, birden olduğu yere bırakıverdi gövdesini, ve sanki herbir bacağını başka bir yöne çekiştiriyorlarmış gibi, başladı gerinmeye.

Tekirin herbir tüyünün elektrik verilmiş gibi havaya dikildiğini gördüğünde, gözlerine inanamadı. Mucizenin son noktası ise, tekirin o eşsiz esnemesiydi.

Hayatında gördüğü en rahatlatıcı, en dingin andı bu, bir canlının yaşayabileceği.

Ve o anda bir ses duydu, arkasından ona seslenen :

“Şuna baksana, ne kadar da seviyor kendini, öyle değil mi ? Umrunda bile değil, aç kalmış, ve de evsiz...”

O an herşey netleşmişti.

Ve artık nereden başlayacağını çok iyi biliyordu.

Tam da ihtiyacı olduğu anda, tam da bilmesi gerekeni...

11 Ocak 2010 Pazartesi

Hangimiz Daha Mutlu ?

Mutluluk hakkında ne de çok yazıldı, çizildi..
Filmler çekildi, şarkılar bestelendi, tiyatrolar sahnelendi, şiirler okundu...
Bununla da anlaşılamadı,
Dünyanın dört bir köşesinde milyarlarca insan farklı farklı zamanlarda mutluluk hakkında konuştu.

Kimisi mutluluğun tanımını yaptı,
Ve kendisini de onu yaşayan bir örnek olarak ortaya koydu.
Kimisi onu aradığını söyleyip, nerede ve nasıl bulacağını sordu, bilebileceğini zannettiklerine...

İşin en ilginç yanı, mutluluğu bilenler ve görenler, onu zenginlikte buldular,
Biraz da evde, sevdiklerinin yanında.
Bu yüzdendir ki herhalde, onu arayanlar da mutluluğu hep parada ve ev halinde aradılar.
Ama onlar parada, işte ve eşte bulduklarıyla "mutlu" olamayınca,
"Demek ki mutluluk bu değilmiş, sizin bulduğunuz başka bir şey !" deyince,
Ortalık karıştı...

Mutluluk her yerde, ve aslında hiç bir yerde !
Nasıl yani diye ben bile kendime sordum, ama sonra duyduğum cevap bana yetti.
Çünkü öğlen kitabımı okurken içtiğim kahvenin yanında yediğim çikolatalı kurabiyeden duyduğum mutluluk,
Ya da eve yürürken yanından geçtiğim yaşlı bir kadının yüzündeki o yorgun ama sevimli gülümseme,
Mutluluğun ta kendisi değilse nedir ki...

O yüzden de ben artık sadece kendi içime bakıyorum,
Ne zaman mutluluğa ihtiyacım olduğunu hissetsem...
Ve görüyorum ki,
O hep orada duruyor,
Ve hiç bir yere gittiği de yok.
Siz istemediğiniz sürece...

10 Ocak 2010 Pazar

Cesaret Diyorum, Esaret Değil...

Cesareti nasıl tanımlardınız ?
Belki bazılarınız, korku, acı ya da benzeri duygulara karşı gelebilme yeteneği derdi, bazılarınız ise gözükaralık, ve hatta biraz da delilikle birlikte kullanırdı cesareti.

Benim tanımım ise biraz daha farklı :
"Sonuna kadar gidebilme durumu" bence cesaret.
Aşkın, korkuların, heyecanın, ve belki de en büyük riskleri alarak ölümün.
Ama o sonuna kadar gidebilmek, hiçbir şeyden korkmadan, hiç kimseden çekinmeden, sadece ve sadece sonundaki mutluluğu hayal ederek yola çıkmak, ve sonuca giderken de yolda yaşanılanlardan keyif alarak o yolculuğu yapmak...

Şu hayatta gerçekten cesurca yaptığım ne kadar da az şey varmış, diye hayıflanmadan edemiyorum.
Sanki bana verilen bir yeteneği kullanmıyormuş, kendime ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum.
Ve en azından bundan sonrası için kendime söz veriyorum, hayatı cesurca yaşayacağıma, hayallerimin peşinden cesurca koşacağıma, sevdiğimi cesurca haykırıp, beni üzen kişi ve durumlara cesurca tepkimi göstereceğime...

Ben sonuna kadar gitmeye karar verdim...
Ve orada beni neyin beklediğini bilmiyorum.
Merak da etmiyorum, sadece hayata güveniyorum...

7 Ocak 2010 Perşembe

Unutmak, Herşeyi ve Herkesi...

Belki o kadar da kötü bir şey değildir, unutmak, olamaz mı ?...

Mesela çocukluğunuz boyunca yaşadığınız pek çok travmayı, ya da evliliğinizde eşinizle, ve kesinlikle işyerinizdeki çalışma arkadaşınız ya da patronunuzla yaşadığınız çatışmaları, kavgaları...

Peki ya yaşadığınız iyi şeyler...Onları unutmak da aslında çok keyifli olabilir. Nasıl mı ?

Sadece bir günlük, hatta bir saatlik, hatta ve hatta sadece bir anlık hafızanızın olduğunu bir düşünün.
Sanırım bu pek çoğumuzun ilk başta pek de hoşuna gitmeyecek bir durum olacaktır.
Ama işin güzel yanından bakmak isterseniz, ortaya şöyle bir durum çıktığını siz de farkedeceksiniz :

Yaşadıklarınızı birbiriyle kıyaslama imkanınız olmayacak, dolayısıyla her yaşadığınız o ana kadar yaşadıklarınız ve hatırlayabildiğiniz deneyimler içinde en güzel, en eşsiz ve en harikulade olan olacak.
Çünkü beyninizin kaydedebildiği ilk deneyim her yaşadığınız, ve yeni gelen her deneyim bir öncekinin üzerine kaydediliyor, sınırlı kapasiteli eski püskü bir bilgisayar gibi, sadece tek bir deneyim...

Size yapılan ya da sizin başkalarına yaptığınız iyilikler ve kötülüklerin listesini yapmıyor hiç kimse, ve de hiçbirimiz hiçbir şey hatırlamıyoruz geçmişe ait.
Sadece şu anda varız, ve sadece şu anda "hayatı" deneyimliyoruz.
Ve hayat belki de şu anda yaşadığımızdan çok daha keyifli, çok daha hatırlamaya değer bir hale geliyor.

Ama maalesef biz hatırlayamıyoruz...

6 Ocak 2010 Çarşamba

Zaman Değişim Zamanı...

Eskiden çalıştığım markanın en sevdiğim yanlarından biriydi,
İnsanları motive edici ve içlerindeki enerjiyi açığa çıkaran çeşitli sloganlar yaratması,
Ve o sloganı sezon boyunca lanse etmesi.
Bu sloganlardan biri de,
"Bizde değişmeyen tek şey, değişim !" di...

Gerçekten de insanın hayatında esasında her gün o kadar çok değişim yaşanıyor ki,
Biz bunların birçoğunun farkında bile olmuyoruz.
Bunun sebebi de, bu değişimlerin birçoğuna karşı mücadele ediyor, bilinçli ya da bilinçsiz de olsa,
ya da bir kısmını da reddediyor olmamız galiba...
Reddetme ya da onlarla mücadele etmemizin sebebi de,
Bu değişimlerin bize zarar vereceğine olan inancımız,
Ya da bizim kontrolümüz dışında olan herşeyin bize iyilikten çok kötülük getireceğini düşünmemiz.

Oysa geçmişte yaşadıklarınıza şöyle bir geri dönüp baktığınızda,
Tam teslimiyet halinde,
Ve o an içinde bulunduğunuz ruh halinden sıyrılıp,
Büyük resme bakmayı başarabildiğinizde farkedeceğiniz,
Olan bütün değişimlerin sizin yararınıza olduğudur.

2010 yılı, benim gibi Koç burcundakiler için baştan aşağı değişim zamanıdır.
Bundan korkmaya gerek yok,
Tek yapılacak, teslim olmak,
Hayatla birlikte akmak,
Ve kendini bu değişim dalgası içerisinde akıntıyla ilerleyen bir yelkenli misali,
Ileriye, hep ileriye doğru hedeflemek...

Rüzgarımız bol olsun, ne diyeyim...

5 Ocak 2010 Salı

Bilmemek de Var Galiba Şu Hayatta...

Ne yapmak istediğimi bilmiyorum !
Nereye gitmek istediğimi bilmiyorum !
Ne yemek istediğimi bile bilmiyorum !...

Bilmediklerimin sayısı öyle fazlaydı, ve bunlar beni öylesine rahatsız ediyordu ki,
Bir süre sonra bu bilmediklerim, sanki bildiklerimden daha fazlaymış gibi gelmeye başlamıştı.

Ama sonra birdenbire içimi bir huzur kapladı.
Sanki tüm bilmediklerim bir anda bilinmiş de, artık kafamda hiç soru işareti kalmamış gibiydi.
Aslında bilmediklerim bilinmezliklerini korumaya devam etmekle birlikte,
Bunların benim hayatımdaki yeri ve önemi azalmıştı.

Peki ne olmuştu ?
Hiç bilmiyorum...

Ve galiba bilmek de istemiyorum.
Sadece şunu kabul ediyorum ;
Hayatta bilmek kadar,
Bilmemek de var galiba.

Önemli olan da zaten,
Neyi bildiğin,
Ya da bilmediğinden çok,
Nasıl yaşadığın...