9 Ekim 2012 Salı

Dolce far niente...



Bize nasıl aşılamışlarsa, hayatta hep çalışmanın gerekli olduğunu ve boş duranı Allah' ın bile sevmediğini, bu baskıyla biz de didinip durmuşuz, ne yaptığımızdan habersiz, nasıl yaptığımıza hiç takılmadan, ve sonunda ne elde ettiğimize hiç bakmadan çalış dur...

Filmlerde bile hep çalışan insanların hayatlarının zorluğu ve çektikleri sıkıntılar anlatılır. Köyden büyük şehire gelen yeni evli çift, büyük şehrin insanı yutan büyüklüğü içinde kaybolmamak için erkek gündüz fabrikada çalışır, gece ise taksi ya da dolmuşa çıkar, kadın da evlere temizliğe gider. Normalde böyle bir senaryoda doğal olarak insan şunu bekliyor : Bilmem kaç yıl bu şekilde çalışan evli çift sonunda hayallerindeki yaşama kavuşacaklar, doğan çocukları ile birlikte mutlu mesut bir hayat geçirecekler... Ama böyle olmuyor işte ! Yaşadıkları hayat giderek daha da zorlaşıyor, hatta bir süre sonra adam başka bir kadınla tanışıyor, ve karısını aldatmaya başlıyor, kadın ise evde kocasını beklerkenömrü geçiyor...

Diyeceğim o ki, bize küçüklüğümüzden itibaren hep bunları anlattılar : Çalış, it gibi çalış, sigortalı düzgün bir işin olsun, maaşı yüksek olmasa da en azından kazandığın parayı bil, ama hep çok çalış...

Peki ya işin öbür tarafı ?

Nerede hayatın amacı ? Yaşama zevki ? Hayatın güzel yanları ? Eğlence ?

Boş oturmak, hiçbir şey yapmadan öylece durmak.. Belki de o kadar da kötü bir şey değildir. Belki de aslında arada ihtiyacımız olan bir şeydir. Belki de ruhumuzu dinlendiren, onu besleyen bir şeydir...

Olamaz mı ?

Hiçbir şey yapmamanın mutluluğu...