28 Kasım 2009 Cumartesi

Bir Gün...

Öyle anlar vardır ki yaşanılan,
Uzun yıllar çıkmaz akıldan.
Belki birkaç sevgi sözcüğü,
Belki bir bakış, ya da sevgi dolu bir sarılma,
Ya da içten bir veda...
Önce kabul etmezsin,
Kendini ona adamışssındır çünkü,
Gözün başka hiçbir şeyi görmez.
Her baktığında "O",
Her duyduğunda sadece "O".
Ama bir gün pes edersin,
Artık sıkılmışsındır, ve kalkarsın telefonun başından.
Daha fazla beklemezsin onun sesini duyabilmeyi...
Aradan uzun zaman geçer,
Artık senin için yoktur "O".

Ama bir gün bir anda çıkar karşına,
Ve o zaman anlarsın ki,
Senin için yalnızca "O" vardır hala !

Gel de bunu "O" na anlat...

Memo,1994

26 Kasım 2009 Perşembe

Nasıl oluyor da biten her ilişkide her iki taraf da haksızlığa uğrayanın kendisi olduğunu düşünebiliyor ?

Bunun cevabı çok basit aslında, ben de yeni farkına vardım, okuduğum bir kitap sayesinde...

Çünkü hepimiz geçmiş ilişkilerimizi, ve o ilişkilerde yaşadıklarımızı yeni ilişkimize taşıyoruz.
Halbuki geçmiş ilişkilerdeki geçmişle ilgili her bağ, yeni ilişkiyi özgürce yaşamayı engelliyor.
Ama hepimiz aynı hatayı yaptık, yapıyoruz, ve ısrarla yapmaya da devam edeceğiz.
Yeni ilişkilere de hep eski bağlarla gelmeye devam ediyoruz.
Geçmiş ilişkilerden pek çok şeyi yeni ilişkilere taşımaya devam ediyoruz.
Bu taşıdıklarımız kimi zaman güvensizlik, kimi zaman kıskançlık, kimi zamansa karşımızdaki kişinin davranışlarına karşı geliştirdiğimiz önyargılar...

Daha önceki ilişkide haksızlığa uğramış olma ihtimali hiç mi yok, tabii ki var.
Ama haksızlık eden kim ?
Önemli olan da bu cevap zaten...
Çünkü haksızlık edenin karşımızdaki kişi değil de, bir türlü kurtulamadığımız, bağımızı koparamadığımız "geçmişimiz" olduğunu anladığımız zaman, işte o an kurtuluş anıdır, mutluluk anıdır, gerçek sevgi anıdır...

Bu yüzden de, bağlanabilmek için önce bağımsız olmak gerekiyor...

HAYAT...

Hayat, yaşandığı kadar vardır.
Ötesi, ya hafızadaki hatıra,
Ya hayaldeki ümit...
Hüsranı ise bir tek yerde kabul ediyorum,
Yaşamak mümkünken,
Yaşayamamış olmakta...

25 Kasım 2009 Çarşamba

SEN...

Sen,
Öyle güzeldin ki,
Günüme güneş, geceme ay seninle doğuyor,
Günbatımı senden haber bekliyordu...

Sen varken,
Seni sensiz de yaşarken,
Sen gidince, kendimi de kaybettim...

Ve biliyorum ki,
Bir gün yeniden çıkıp gelecek,
Beni de bana geri getireceksin...

Memo, 2009

22 Kasım 2009 Pazar

70 Yıllık Bir Şarkı..."ALL THE THINGS YOU ARE"....."Oldugun Her sey"



1939' da yazılmış bir şarkı, "All The Things You Are".

Jerome Kern, çok ünlü bir şarkı sözü yazarı, özellikle de son derece melodik şarkılar yazmasıyla ünlü, ama aynı başarıyı yazdığı son Broadway müzikalinde yakalayamamış maalesef. Buna rağmen pek çok müzikal yazmış, bazılarıyla önemli ödüller almış, özellikle de "The Way You Look Tonight", "The Last Time I Saw Paris", "Dearly Beloved", ya da "Long Ago" gibi şarkılarla müthiş başarılar elde etmiş.

"All The Things You Are" ın da içinde yer aldığı "Very Warm For May" isimli müzikalinin ilk iki gösterimini toplam 20 kişi seyredince, "Patronlar" müzikalin üçüncü gösterimine kadar bile beklemeden caaanım şarkıların ve müzikalin fişini çekiyorlar.

Bu şarkıyı zamanında Ella Fitzgerald da dahil olmak üzere pek çok kişi seslendiriyor, bir çoğunu da dinledim. Hepsi de güzeldi, ama hiçbiri son dinlediğimki kadar güzel değildi !

Clare Teal' in "Get Happy" albümünden bahsetmiştim son yazımda.
İnanılmaz bir sesi var Clare Teal' in, albümde kendi besteleri de var, ama "Cheek to Cheek", "Moondance" ve de "All The Things You Are" gibi eski şarkıları da öylesine söylemiş ki, sanki yeni şarkılar dinliyormuşum gibi heyecanlandım bu şarkıları dinlerken.

Ama özellikle "All The Things You Are" ' ın şarkı sözleri muhteşem, mutlaka buraya yazmam gerekiyor gibi hissettim.

ALL THE THINGS YOU ARE

Time and again I’ve longed for adventure,
Something to make my heart beat the faster.
What did I long for I never really knew.
Finding your love I’ve found my adventure,
Touching your hand, my heart beats the faster,
All that I want in all of this world is you.

You are the promised kiss of springtime
That makes the lonely winter seem long.
You are the breathless hush of evening
That trembles on the brink of a lovely song.
You are the angel glow that lights a star,
The dearest things I know are what you are.
Some day my happy arms will hold you,
And some day I’ll know that moment divine,
When all the things you are, are mine!

Aşkı, sevgiyi son derece sade bir dille, ama bir o kadar da etkileyici anlatmayı başarabilen, sımsıcak ve çok içten bir itiraf bu bence.

Aradığı aşkı bulan, ve bunun huzuruyla, belki de coşkusuyla içindeki duyguları, yaşadığı aşkın yarattığı tatmin duygusunu, bunu ona yaşatanla paylaşmak...

Bundan daha güzel bir sevgi, bu paylaşımdan daha yüce bir aşk düşünemiyorum !...

20 Kasım 2009 Cuma

Dün gece bir albüm dinledim, çok heyecanlandım...

Dün uzun zaman sonra Istiklal Caddesi' nde bizim okulun - Alman Lisesi - yanındaki Lale Plak' a yani Hakan Abi' ye uğradım.

Hem bir merhaba demek, hem de varsa yeni ve değişik birşeyler dinlemek için...

Hakan Abi de bildiği için benim nelerden hoşlandığımı, birkaç albüm dinletti, vokal jazz, klasik jazz ile modern entrümanların kullanımıyla ortaya karışık, ama bu sefer heyecanlanmadım nedense.

O anda Hakan Abi' nin inanılmaz zengin CD tezgahında tek bir CD' ye gözüm takıldı, Clare Teal.

Daha önce bir kere bir arkadaşımın arabasında dinlemiştim, o anda hatırladım, ve çok beğenmiştim.

Hakan Abi de anlamış olacak ki benim heyecanımı, benden önce o atladı CD' ye, zira anladı neye takıldığımı, "e ben sana onu verdim diye hatırlıyorum, o yüzden çıkarmadım" demez mi :)

Büyük bir heyecanla eve geldim, önce yiyecek birşeyler hazırladım, zira jazz aç karnına çekilmez, değerini bulmaz, çalan zil karından mı geliyor yoksa çalan albümden mi, anlayamazsın.

Sonra ritüel gereği ışıkları kapattım, CD' yi koydum, ve en sevdiğim koltuğuma oturup Clare Teal' i dinledim.

Harika bir ses, müthiş besteler, ve çok dinamik bir orkestra.
Kelimenin tam anlamıyla, heyecan verici.
Mutlaka dinleyin derim, ben çok etkilendim...

Kızıyorum, Kızıyorsun, Kızıyor...

Ama gerçekten çok kızıyorum, sen de çok kızıyorsun, hele o, o kızgınlıktan kendini kaybetmek üzere...

Peki kime, neden ?

Sizi bilmiyorum ama ben en çok kendime kızıyorum. Ve biliyorum ki, bu aslında pek de sık rastlanan bir durum değil, zira yaşadığımız herhangi bir şey için başkalarını sorumlu tutmak, başımıza gelen herhangi bir olay için suçu (!) başkasına atmak en kolay seçenekken, ben tabii ki zor olanı seçerek, genelde sorumluluğu %100 üzerine alan o azınlıktanım.

Haa bunun için biri bana madalya mı taktı, ya da takmayı vaat etti ?

Yooo, bildiğim kadarıyla şu ana kadar bana bu konuda ulaşan bir bilgi yok. Gelirse tabii ki seve seve kabul ederim, ama olay o değil.

Olay şu ki, iş artık çığrından çıkmış vaziyette.

Nasıl mı ?

Şöyle ki, bir insan yaşadığı her ama her şey için kendini sorumlu tutarsa - ilk başta kulağa gayet hoş geldiğini itiraf etmeliyim, çok karizmatik ve havalı duruyor, ama olaylar karşısında genel olarak hissedilenler ve sahip olunan enerji düzeyi ise hayal kırıklığı ve bir süre sonra da tatminsizlik boyutuna ulaşınca - işte o zaman bu karizmatik ve yakışıklı “ruh-beden-akıl üçlemesi” bilgisayar diliyle “ERROR” yani hata vermeye başlıyor.

E bunu, bilgisayar gibi kapatıp yeniden açmak da mümkün değil sanırım, zira ben deniyorum ama beceremiyorum. Ne zaman kapatıp açsam, kaldığı yerden devam ediyor, özellikle de ruh ve akıl kısımları. Bunu “reset”lemenin bir yolunu bulan, ya da bilen varsa, Allah rızası için bana da söylesin, söyleyenin hakikaten 40 yıl olmasa bile, birkaç yıl kölesi olabilirim.

Bu süre içerisinde öğrendiğim bir şey var ki, o da kızdığım zaman - ki eskiden kızdığımın bile farkında değildim, “ben hiç kızmam ki !” falan gibi saçma iddialar peşindeydim - artık eskisi gibi kızgınlığımı görmezden gelmemek, onu kabul edip bağrıma basıp “aman da aman, ne de acı acı kızarmışım, hani de benim....” falan gibi garip oyunlarla onu kabul etmeye çalışıyorum hala.

Bu konuda en çok kızgınlığını ulu orta ona buna bağırıp çağıran ve böylece akşam evine gittiğinde içinde en ufak bir sinir zerresi bile bırakmamış olan insanları takdir ediyorum, gerçekten.

Belki o an itibarıyla pek sevimli görünmüyorlar, hatta “eh bu da sağlam bir dayağı haketti!” gibisinden tepkiler de çekiyor olabilirler, ama en azından varsa kızgınlığını içinde tutmuyor olması, onun açısından son derece olumlu görülebilir, yani görmek isteyene...

Ama ben yine de galiba öyle olmayı seçmiyorum, ehhh sonucuna da katlanacağım, n’apalım...

18 Kasım 2009 Çarşamba

Kalbe Fısıldanan Kelimeler !...



Hayatın sorumluluğunu almak ne demektir ?


Siz hayatınızın sorumluluğunu %100 aldığınıza inanıyor musunuz ?

Ya da o zaman şöyle sorayım soruyu, hayatınızın sorumluluğunu %100 alabilmiş olsaydınız, neler değişirdi, hiç düşündünüz mü ?

Muhtemelen düşünmediniz, neden düşünesiniz ki, sonuçta şu anki hayatınızdan mutlusunuz, ya da eğer mutluysanız, gerçekten çok ama çok şanslı ufacık bir azınlığın bir parçası olduğunuz için kendinizle gurur duyabilirsiniz. Çünkü ben, en yakın arkadaşlarım, ailem, ve etrafımdaki hiç kimse, aslında mutlu değil bence, sadece mutlu olma alıştırmaları yapıp duruyoruz, ama nedense bir türlü bunu pratiğe dökme cesaretini gösteremiyoruz.

Cesaret diyorum, çünkü gerçekten mutlu olmak için, sanırım mangal gibi bir yürek, ve de her şeyi alabilecek kadar büyük bir kalp gerekiyor, zira mutlu olmak sadece gülüp eğlenmek, hoşça vakit geçirmek ve bol bol dans edip şarkı türkü söylemek olsaydı, bugüne kadar bir sürü para verip sizin de aldığınıza emin olduğum - en azında bir tane almışsınız, ne beni ne de kendinizi kandırmayın – onca kitapta adamların yazdıklarını hemen o an çöpe atardınız siz de...

E atmadığınıza, ve ben de atmadığıma göre, hatta daha da üzerine gidip daha da fazla okuyup, “nasıl mutlu olucam Allah’ ım, ne yapmalıyım, ne etmeliyim, onu mu yapacam, yoksa bunu mu ??????” gibisinden sorularla kafamızı yukardan bastırmak suretiyle bataklığın iyice dibine itiyor olmazdık.

Ama aslında sorunun cevabı galiba sorunun içinde gizli falan da değil, apaçık görünüyor : mutlu olmak için “olmak” yeter, bir şey yapmaya gerek yok !...

“Nassı yani ?” soru cümlesinin şu anda hep bir ağızdan, hepinizin ağızlarından çıktığını duyar gibi oldum ya, ben de şöyle bir “ohhhhhh!” çekebilirim, zira demek ki gerçekten herkesin mutlu olmaya ilgisi, ve niyeti var diyelim. Bu iyi bir şey, elde bir !

Gelelim olmak konusuna.

Başta bana da çok saçma, ve bir o kadar da kavramsal gelmişti, ta ki bir süredir ne hissettiğime odaklanıncaya kadar. Ve duygularıma, hissettiklerime odaklandığımda gördüğüm beni oldukça şaşırttı. Ne zaman işler istediğim gibi gitmese, ne zaman beklentilerim karşılanmasa, eski tabirle “mutsuz” oluyordum. Ve bu duygu yoğunluğu o kadar uzun sürüyordu ki, sadece bir veya iki olayla sınırlı kalmıyor bu karşılanmayan beklentiler, bir nevi karşılanmayan beklentiler silsilesine dönüşüyordu durum.

Ama bir an durup içime “gerçekten ne hissediyorum şu anda, gerçekten mutsuz muyum, bu beklentimin karşılanmaması beni mutsuz etmeye yetti mi, diğer tüm sahip olduklarıma, başardıklarıma, ve yaşadıklarıma rağmen bu kadar kolay mı ufacık bir beklentinin karşılanmaması nın beni mutsuz etmesi ?” diye sorduğumda, hissettiklerim zaten cevabı gösteriyordu : “yooooo, ben mutsuz falan değilim, mutsuz olan sensin..”

“Hoppalaaaa, şimdi de ikinci bir kişilik mi çıktı başımıza ?” dediğinizi de duymadığımı zannetmeyin, duydum, onu da duydum.

Ve cevap, evet, ikinci bir kişilik var, hepimizde var, sizde de var, bende de var, yani bu öyle hastalık falan değil, kişilik bölünmesi dedikleriyle bir alakası da yok, korkmayın.

Doğduğumuz gün itibarıyla içinde büyüdüğümüz aile ortamı, sonrasında da çevre, okul ve arkadaşlar sayesinde işte o ikinci kişilik oluştu, bunu biliyor muydunuz ? Hem de oluşan o ikinci kişilik, sizin sandığınız gibi içinizdeki o sessiz kişilik değil, o hep vardı, var olmaya da devam ediyor. Ama hepimiz aile ve çevre dolayısıyla şöyle şekilli mi şekilli, gayet şık görünümlü, etkileyici bir ses tonuna sahip, güzel vücutlu, karizmatik, her şeyin en iyisini yapabilen, her şeyin en doğrusunu bilmeye meyilli, hani biraz daha sıksa dişini atomu da parçalayacak daha da küçük parçalarına, o derece yani...

Ve bu ikinci kişiliğiniz, bir süre sonra, kendinizin farkına varmanızla birlikte, artık birinci kişiliğiniz haline geldi. Dış dünyada yaşayan dışsal görüntünüze sahip olması avantajını da kullanarak, iç sesinizi yani nam-ı diğer ikinci kişiliğinizi içten içe dibe doğru ittire ittire, üzerine bolca bilgi ve anı da attırıp üzerini de örtüp onu bir daha bulamayasınız diye de epey uğraş verdi, yani verdiniz aslında.

Ama o iç sesiniz, ikinci kişiliğiniz, ne yaptı etti, belli başlı olaylarda size hep içeriden bir ses olarak, yavaş da olsa, kısık da gelse, bir şeyler söylemeye çalıştı, çünkü o zaten her halinizle mutlu, çünkü o siz olmaktan mutlu. Ama bu arada hissettiklerini de sizinle paylaştı durdu, kulağınıza, daha doğrusu kalbinize fısıldadı hislerinizi...

Artık bundan sonrası, bizim kararımız. Ya onun fısıldadıklarını dinleyip ona göre adımları atıyor oluruz, ya da “konuş canım, ben seni dinliyorum, oooooohhhh, ninni gibi, anlat anlat...” deyip onun sonsuza kadar konuşması için onu yüreklendiririz, çünkü o bundan hiç alınmaz, size kırılmaz, çünkü o sizi seviyor, ve sizin sadece “olmanızı” istiyor. Olduğunuz zaman zaten mutlu olacağınızı o biliyor, sadece siz ve ben bilmiyoruz...

16 Kasım 2009 Pazartesi

Ufak Şeyler !...

Ufak şeyler vardır hayatta, öylesine ufaktır ki, çoğu zaman onlar olurken farkına bile varmayız.

Ya alışmışızdır onların varlığına, ya da olmalarını fazla önemsemeyiz, zaten olması gerektiğini düşünürüz, nedense...

Oysa onlar öyle küçük şeylerdir ki, belki onlar varken onların değerini pek fazla anlamayız, anlayamayız, ama ne zaman onlar yok olurlar, ortadan kaybolurlar, bir anda sanki daha önce hiç olmamışçasına hayatımızdan çıkıp gidiverirler, işte o zaman anlarız, onların aslında o kadar da ufak olmadıklarını, ve hayatımızda ne kadar büyük bir fark yarattıklarını...

Siz hiç bir insanın gülmesinden çok etkilendiniz mi ?

Aşık olmaktan falan bahsetmiyorum, ya da flört etmekten...

Benim bahsettiğim, gerçekten birinin size gülümsemesinden hiç sanki dünya yerinde duruyormuş da sadece o ve siz varmışsınız gibi etkilendiğiniz oldu mu, öyle ki, onun birkaç saniyelik gülümsemesi size hayattaki tüm güzellikleri, tüm mutlulukları, tüm aşkları, sevgiyi, coşkuyu, bağlılığı, şefkati, iyimserliği, anlayışı ve huzuru aynı anda size hissettirsin...

Ben bu yolculuğumda bunu yaşadım, hem de iki kere. Onların kim oldukları, ne oldukları hiç önemli değil, çünkü güzel olan, zaten benim de onlar için herhangi bir şey ifade etmeden, onların yüzlerindeki o içten, o sıcak ve dünyadaki en güzel, en mutlu, en sevgi ve aşk dolu olan şeyler neyse, onların o gülümsemeleri bana o duyguları hissettirdi.

Ama o gülümseme öyle bir gülümseme ki, içinde hiçbir kaygı yok, endişe yok, geleceğe ya da geçmişe ait hiçbir korku yok, sadece güven var, huzur var, sonsuz bir sevgi ve aşk var, ve insana duyulan güven var.
Ve bu güveni öyle hafife almayın, zira öyle bir güven ki, normalde birinin güvenini kazanmak için yıllar boyunca uğraşsanız belki yine de başaramayabilecekken, burada sadece birkaç saat birlikte geçirmenin ve konuşmanın sonunda birbirine duyulan hiçbir ölçü birimiyle ölçülemeyecek, ve hiçbir maddi ya da manevi karşılığı olamayacak kadar büyük bir güven bu.
Ve işte bu güven ki, sonunda o iki insanın birbirine, belki de hayatları boyunca bir daha hiç karşılaşamayacak olduklarını bilmelerine rağmen, içten, sevgiyle, aşk ve huzur dolu bir şekilde gülümsüyor, birbirinin elini tutuyor, ve birbirini inanılmaz bir sevgiyle sarıyor, birlikte belki de hayatlarının en güzel, en huzurlu uykusunu uyuyorlar.

Ufak şeyler, hayatlarımızdaki farkı yaratan, hayatlarımızı gerçekten yaşanmaya değer kılan, aslında yalnızca ve yalnızca o ufak şeyler..

Bu yolculukta edindiğim en önemli kazanım ne diye kendime sorduğumda, verdiğim ilk cevap kesinlikle ve kesinlikle , ufak şeylerin önemi...

O gülümsemeyi hayatımın sonuna kadar unutmayacağıma, o gülümsemeyi kalbimin en derininde hep büyük bir sevgiyle, aşkla, huzur ve mutlulukla taşıyacağıma söz veriyorum. Hem o gülümsemenin sahibine, hem de kendime. Ve ne zaman kendimi iyi hissetmesem, ne zaman enerjim düşse, hep o gülümsemeyi kalbimin derinlerinden çıkarıp, hayatta böyle güzel şeyler olduğunu kendime hatırlatacağıma, ve hayatta güzel şeylerin bundan sonra da hep var olacağına dair umudumu hep canlı tutacağıma söz veriyorum, tıpkı bu yolculukta da zaman zaman yaptığım gibi...

Teşekkürler, o muhteşem, olağanüstü ve sevgi dolu gülümsenin sahibi güzel kız, ve hep gül olur mu..

Sana hep söylediğim gibi, sen güldükçe hepimizin dünyası daha da güzel olacak...

14 Kasım 2009 Cumartesi

1 Ayın Sonunda...

Evet yaaa, ben de inanamadım, "1 ay olmuş mu ?" dedim kendi kendime bu sabah, Sabiha Gökçen Havalimanı' na indiğimde.

Aslında ben demedim, pasaport kontrolündeki polis memuru dedi, "1 aydır nerelerdeydiniz Mehmet Bey, biz de sizi arıyorduk !" demez mi..

"Hayırdır, ne ola ki ? Yoksa Ergenekon' da son dalga, 20 günden fazla yurtdışında kalanları mı kapsıyor ?" diye espritüel bir açılım da ben getirecektim ki, son anda tuttum kendimi, mazallah, ne olur ne olmaz, kaşınmanın alemi yok, "yaban ellerde başına bir şey gelmedi, şimdi ülkene girerken başına bir şey gelirse, gerçekten diyecek, düşünecek, ve bundan sonrası için umut edilecek geriye hiçbir şey kalmaz, Memo!" deyip gülümsemekle yetinince, polis memuru da kendine geldi ve "Buyrun Mehmet Bey, hoşgeldiniz Türkiye' ye.." diyerek kendi de devlet memurluğunu hatırladı herhalde, ne bileyim ben...

Neyse efendim, sonuç olarak, bugün itibarıyla tam tamına 1 ay olmuş.

Bu geride kalan 1 ay içerisinde pek çok yer gezdim, pek çok olay yaşadım, yeni bir sürü insan tanıdım, hemen hemen hepsi tabii ki aklımda, ama bazı anlar var ki, onlar ömrümün sonuna kadar, sanki yeni olmuşcasına tazeleğini koruyacaklar.

Çünkü o anların özelliği, daha önce bugüne kadar hissetmediğim şeyleri bana hissettirmeleri idi. Bu kimi zaman bir şehir ya da bir yapı oldu - Casa Batllo gibi, ya da Sintra gibi, ya da Sicilya gibi... - ya da kimi zaman da kişi ve kişiler - Palermo' da Giuseppe, Anja ve Ada, çatlak Margaret ve Mathew gibi, ya da Madrid' deki Antonio, ya da Porto' daki Israilli Daphne, ve tabii ki muhteşem Avustralyalı ikili, Dave ve Jessica...

Ben her zaman şuna inanmışımdır : Şehirleri ve anları güzel yapan, kesinlikle ve kesinlikle o şehri ve o anı birlikte yaşadığınız kişi ve kişilerdir...

Dolayısıyla Roma' yı çok beğeniyor olabilirim, evet muhteşem bir şehir, aynı şekilde Paris de öyle, ya da kimilerine göre Isviçre' nin tamamı - bu gerçekten doğru, Katanya' da kaldığım hostelde tanıştığım Mark adındaki Avustralyalı çocuk, o yaklaşık 5 aydır geziyormuş, Avrupa' nın görmediği yeri kalmamış, ve "en çok nereyi beğendin peki ?" diye sorduğumda cevap olarak "genel olarak bütün Isviçre' ye aşık oldum, kesinlikle 1 numaram !" demesini hiç beklemiyordum, açık söyleyeyim.

Ama oluyor, demek ki Mark için Isviçre' yi özel kılan bir şeyler ya da birileri olmuş - ki olmuş, onu da anlattı, dolayısıyla bana da olsa aynı şeyler, ben Isviçre vatandaşlığına geçmek için saniye kaybetmem, bu kadar da açık konuşuyorum...- ve aynı şey benim için de 3  yer için söz konusu :

Birincisi, kesinlikle ve kesinlikle Sicilya, özellikle de Palermo ve çevresi. Bu şehirde yaşadıklarım, gördüklerim, Sicilya insanlarının o heyecanlı ama bir o kadar da sıcak ve canayakın tavırları, ama özellikle Palermo ve çevresindeki inanılmaz doğa, deniz, muhteşem Italyan ve Ispanyol mimarisi, ve tabii ki yemekler...

Ikincisi, her ne kadar şehri çok fazla beğenmemiş olsam da, o şehirde yaşadıklarımı hayatımın sonuna kadar unutmayacağımı, ve o şehirde geçirdiğim her anı en ince detayına kadar kalbimde saklayacağımı ben de, o da, tüm şehir de biliyoruz..Tabii ki Lizbon...

Ve son olarak da, Barcelona. Şehrin o cıvıl cıvıl hali, havasının yaz-kış sürekli sıcaklığı, yemeklerin enfesliği ve muhteşem Gaudi' nin eserleriyle aynı şehirde olduğunu bilmek bile insana inanılmaz bir güven, sevgi ve iç huzur veriyor, gerçekten...

Sonuç olarak, yolculuk burada aktif olarak bitmiş olabilir, ama emin olun ben size bu yolculuktan yazacak daha tonlarca yazı bulur, çıkarır ve üşenmeden hepsini de yazarım, ve yazacağım da...


Ve bunu yaparken, daha önce sizinle bu sayfada  paylaşmadığım ama görülmeye değer olduğuna inandığım bazı fotoğraflar eşliğinde yapıyor olacağım.

Ve ilk fotoğraflar da, son gezdiğim Sicilya' nın küçücük, minicik, miniminnacık Siracusa kasabasından. Ama küçük dediğime bakmayın, yazın burası ana-baba günü oluyormuş, zira mekan muhteşem, deniz gıcır, acaip romantik, ve Godfather' daki bazı infaz sahneleri de burada çekilmiş, dolayısıyla köprü altı mekanları falan da gayet uygun :)


 Siracusa sahilinde yanyana muhteşem kafeler ve restaurantlar var




Siracusa Duomo Meydanı - Godfather I' de bu kilise çıkışında infaz gerçekleştiriliyormuş

Ben artık buradayım, Istanbul' dayım, ve bundan sonra da Istanbul' u keşif turları yaparak, Istanbul hakkında bulduklarımı sizlerle paylaşıyor olacağım. Umarım Ispanya, Italya ve Portekiz kadar eğlenceli ve sevgi dolu olur o keşif turlarım da. Zira sadece şehirleri keşfetmek olmadığından benim amacım, kendimden de bir şeyler bulabilmeyi, kendimi de bu Istanbul' da yeniden bulabilmeyi umut ederek yola çıkıyor olacağım.

Ehhh, o zaman, bana müsade, hazırlanmam lazım...

12 Kasım 2009 Perşembe

Etna Yanardağı' na volkanik bir gezi...

Harika bir gün, güneş daha sabahın köründe tüm gün tepede olacağını belli edercesine "ben burdayım, hiiiççç merak etmeyin, kafanıza göre takılın, gidin gezin görün!" diyor.
Ama nereden bilsin bizim 3000 m yüksekliğe çıkacağımızı, ve normalde insanların yazın gidip gördüğü yanardağı Kasım' ın 10' unda görmek isteyeceğimizi.
"Bu mevsimde orada kar da yağar, fırtına da çıkar tabii, ne bekliyordunuz ki !" deyiverdi kendileri :)

Zira biz gayet mutlu mesut bir şekilde, son derece uluslararası bir ekip, 2 Alman, 2 Ispanyol, 1 Ingiliz ve bendeniz 1 adet Türk, ancak her an vatandaşlık değiştirme işlemlerini başlatma kapasitesine ve deliliğine haiz arkadaşınız, rehberimiz muhteşem Vincenzo eşliğinde önce öğle yemeğini yiyeceğimiz 2000 m' ye kadar iki mola vererek, ve bu arada volkanik dağlar hakkında Vincenzo' nun muhteşem (!) Ingilizcesinden anlayabildiğimiz kadarıyla hepimiz bir şeyler kaptık.



********************************************************************************
Hey Vincenzo, yes man, I' m talking about you, of course I' m telling very very nice things about you, come on, you know, we are friends forever now, but don' t forget your promise, ok...
********************************************************************************
Araya parça almak zorunda kaldım, zira bu yolculukta tanıştığım ve beni bilgisayar başında gören herkes "Sen yolculukta bile çalışıyor musun, ne kadar manyakça bir durum!" dedikten sonra doğal olarak onlara yolculuğumla ilgili yazdığım bloğu anlatıp gösterince onlar da takip etmeye başlıyorlar, ve hatta "Aaaaa, bak benimle ilgili de birkaç satır yazmazsan, gerçekten darılırım !" benzeri sitemlere başlayınca, mecbur aralara böyle parçalar alma zorunluluğu doğuyor.

Çok komik ama, dün akşam Palermo' da hostelinde kaldığım Giuseppe mail atmış bana, "Hey adamım, senin bloğuna yorum yazmak istedim, ama yapamadım, nasıl yorum yazacağımı anlatsana bana" diye mail atmış :)
Daha da komiği, Palermo geceleriyle ilgili koyduğum fotoğraflardan birinde, takip edenler hatırlar, benim Kanadalı güzellerimi, Anja' nın gül yerkenki fotoğrafını koymuştum, aslında o anda o gülü yediğinin farkında bile değildim, zira o gülü ona yesin diye vermemiştim :), neyseeee, ama sonra görünce o pozu çok hoşuma gitti, ve koyuverdim, sonra hatun bana 2 gün trip yaptı, "çok çirkin çıkmışım, görmüyor musun yahu!" diye, de diim ki, ben de "sen her halinle güzelsin, gül yerken bile" deyip geçiştiriverdim...Ama oluyor yani, zaten kimseye hiçbir şeyi %100 beğendirme şansı yok galiba şu hayatta...

Neyse, yola çıktık, ama daha yolda zaten Vincenzo "Hmmmmm, hava aslında güzel gibi görünüyor, ama yukarılarda sorun yaşayabiliriz, çok emin değilim, ama sanırım 2200 m' nin yukarısına çıkamayabiliriz, haberiniz olsun" demeye başlayınca durum anlaşılmaya başladı. Zira Yanardağın tepesi tamamen bulutlarla kaplıydı, ve Vincenzo' nun söylediğine göre orada şu anda kar yağmaya başlamıştı. Dağın eteklerinde ise muhteşem bir gökkuşağı vardı :)



Ve işte ilk durağımız, Yanardağ çıkışına başlamadan önce "son kahvelerinizi için, yukarda hiçbir b..k bulamayacaksınız!" der gibi birer kahve içmek ve özellikle Taormina' nın yukardan fotoğrafını çekmemiz şart oldu.



Ve kahveler içildikten, fotoğraflar çekildikten sonra, yola koyulduk ve ikinci molayı 1986' daki patlama sonrasında 2 km aşağıya kadar inen lavların oluşturduğu bir akıntıda verdik.



Bu molada Vincenzo yanardağların genel özellikleri hakkında bilgiler verdi.

Ne gibi mi, mesela Etna Yanardağı' nın genel olarak her 10 yılda bir hareketlendiğini, ve son patlamanın 2002' de olması sebebiyle de bir sonraki patlamanın 2012' de olabileceği ihtimalinin olduğu, ama bunu önceden kestirmenin olanağının olmadığı gibi.

İşin tek güzel yanı, yanardağlar patlayacağı zaman, 1 gün öncesinden itibaren yer altı hareketlenmeye başlarmış, ve volkanik depremler olurmuş, dolayısıyla da insanlara evlerini boşaltmaları için 1 günlük bir süre kalırmış. Zira akşamüstü göreceğimiz yıkılan ve eriyen 3 otelde bu yüzden ölen kimse olmamış !!!


Olay yeri inceleme ekibi görev başında

Ve yola devam ediyoruz, 1667 m yükseliğindeki Monti Sartorius kapısından Yanardağ bölgesine giriş yapıyoruz.





Burada Vincenzo, yanardağ patladığında lav topları oluştuğunu, Vincenzo' nun arkasında sağında ve solunda göreceğiniz üzere, ve bu lav toplarının yuvarlana yuvarlana aşağıya indiğini, inerken de üzerinden yanından geçtiği herşeyi eriterek indiğini anlatıyor.


Etna Yanardağı kraterleri

Yanardağ her hareketlendiğinde, yeni kraterler açılıyormuş. Dolayısıyla yanardağın bir kez aktif olduğu yerden bir daha hareket beklenmiyormuş. Bu sayede Sicilyalılar' a da turizme katkı yapma şansı doğuyor, yanan kraterlere turistik gezi yapma imkanı, ve gelsin €' lar :)


Bu da yanardağ patladığında etrafa deli fişek gibi saçılan lav taşı...Bunlar demir içeren yassı kayalar, bumerang şeklinde etrafa km' lerce hızla fırlıyormuş, dolayısıyla tarih boyunca da yanardağ patlamalarında ölen insanların büyük çoğunluğu bu kayaların çarpması sonucu mefta  oluyormuş. Geri kalanları da yanardağ patlamasında etrafa yayılan sülfürik asit gazından ölmüş.
Yani ööle, en azından ben öyle canlandırmıştım kafamda, lavlardan cayır cayır yanan insanlar, derileri eriyerek kemikleri dışarı çıkan insan görüntüleri hiç olmamış :(



Bu da yanardağın lavları yeraltında sıvı halde lıkır lıkır akarken, gaz çıkarmak için açtıkları deliklerden. İşte bu deliklerden çıkan gazlar, ve "ahanda ne oluyor burada, bu çıkan gaz da neyin nesi ?" diyen güzel Sicilya' mın insanları merakları yüzünden hayat yolculuklarına oracıkta son veriyorlarmış. O yüzden boşuna dememişler, insanın başına ne gelirse meraktan gelir diye...

Ve sonra öğle yemeği molası veriyoruz. Bu arada yemek yediğimiz yerde de kar yağışı başlıyor. Ama yemek sonrası yukarı tırmanışa devam edince görüyoruz ki, Etna' nın tepesi zaten daha şimdiden bembeyaz.



Vincenzo bu arada araya girerek bizi rahatlatıyor, "Merak etmeyin, zaten isteseniz de en tepeye çıkamayız, zira arabayla çıkılabilen en yüksek yer 2000 m" diyor.
Biz oraya kadar çıktık. Geriye kalan 1000 m' yi yürüyerek çıkmak 6-7 saat sürüyormuş, ya da sizi ciple çıkaran başka bir grup var ki, bu mevsimde zaten onlar da tatil yapıyormuş.


Ve işte 2002' deki patlama sonucunda aşağı akan lavların etkisiyle çöken ve eriyen 3 otelden biri. Otelin çatısı yer seviyesinde, demirleri erimiş, öylece duruyor...


Etna Yanardağı' nın zirvesi

Ve son olarak, sıvı lavların yer altında aktıkları mağaralardan birine iniyoruz.







Mağaranın içinde yükseklik çok değişken olduğundan, bazen bel hizasına eğilerek yürümek zorunda kalıyorsun, aksi takdirde benim gibi kafanı defalarca kayaya çarpıyorsun :)

Ve yorucu bir günün ardından Etna Yanardağı' ndan ayrılıyor, ve şehrin yolunu tutuyoruz.

Artık yanardağların tüm sırlarını da öğrenmiş olarak geri dönüyorum, ve bundan dolayı son derece mutluyum.

10 Kasım 2009 Salı

Teşekkürler...

Aslında bu akşam size bugün yaptığım Etna Yanardağı ile ilgili muhteşem fotoğraflar eşliğinde harika bir yazı yazmaya niyetlenmiştim, ama sonradan vazgeçtim.

Bugüne kadar beni takip ettiğiniz için hepinize çok teşekkür ederim, ama artık bundan sonra yola yalnız başıma devam etmeye karar verdim.

Tüm desteğiniz ve ilginiz için teşekkürler...

***************************************

Görüyordum, duyuyordum,
Biliyordum, susuyordum,
İstemedim neden hayır diyemedim ki..
Kızıyordum, kaçıyordum,
Köşelerde yaşıyordum,
Söyleyecek sözüm çoktu,
Neden sustum ki...

Benim kendimle ufak bir sorunum var,
İçimde patlamaya hazır bir bomba var.

Ben bu gece karar verdim,
Kuş olup gökte uçmaya,
Sevdiğimi, kızdığımı,
Dünyaya haykırmaya...

Puslu puslu duruyordum,
Uslu uslu yaşıyordum,
Açıklarda yüzmenin
Tam zamanı şimdi.
Hep bir sebep buluyordum,
Uzaktan seyrediyordum,
Ne varsa tutuklu bende,
Bıraktım gitti.

Benim kendimle ufak bir sorunum var,
Biriktirdiğim ne varsa şimdi patlar.

Ben bu gece karar verdim,
Kuş olup gökte uçmaya..
Sevdiğimi, kızdığımı,
Dünyaya haykırmaya..

Ben bu sabah karar verdim,
Yıldızları yakmaya..
Bildiğimi, gördüğümü,
Dünyaya anlatmaya..
Dünyaya haykırmaya..
Sessizliği bozmaya..

9 Kasım 2009 Pazartesi

Muhteşem Cefalu ve Palermo geceleri...

Cumartesi gününü Guiseppe' nin tavsiyesi üzerine, Palermo' ya trenle 1 saat mesafedeki sayfiye kasabası Cefalu' da geçirmeye karar verdim.
Ama dediğim gibi, burası bir sayfiye yeri olduğundan, aylardan ise Kasım olduğundan, hava her ne kadar soğuk olmasa da, yazın olduğu gibi hareketli ve bol güneşli bir yer beklemediğimi itiraf etmeliyim.
Buna rağmen Cefalu' ya vardığımda az da olsa bir hayal kırıklığı yaşadım. Ama bu hayal kırıklığı asla mutsuzluğa dönüşmedi, zira hala Palermo' daydım, ve herşey o kadar güzel gidiyordu ki...

Kasım ayında Cefalu hala güzel, ama kesinlikle seneye yaz Palermo ve Cefalu yeniden ziyaret edile !...


Cefalu tren istasyonuna giriyoruz...



Ve işte Cefalu' dayım






Piazza del Duomo



Cefalu' nun dar ama muhteşem sokaklarında yürüyerek sahile doğru yaklaşıyorum...

Ve işte Cefalu' nun muhteşem sahili









Sonra tabii ki yine karnım acıkıyor, ve kendimi son derece lokal bir Sicilya restaurantında buluyorum...






Sicilya usulu Pennette

Yemek sonrası yediklerimi yakmak iyi olur diyerek, Cefalu' nun tepelerine, Cefalu kalesine doğru bir yürüyüş, acaip yokuş yukarı...







Ve saat 4' e geliyor, artık trene binip Palermo' ya geri dönme zamanı. Hostele dönüp duşumu aldıktan sonra biraz da dinleniyorum, zira dün gece dışardaydık, aynı şekilde Cumartesi gecesi de dışarıda olacağız. Önce yemek, ardından da dün gece olduğu gibi yine Palermo barları ve kuluplerine bir tur gerçekleşecek...


Harika bir akşam yemeği yedik burada, önce deniz mahsüllü spagetti, ardından da deliler gibi deniz mahsülü, ama her çeşidinden, kalamar, karides, balık, midye...

Ve akşam yemeği sonrası, dün gece de olduğu gibi, Palermo gece hayatının nabzını tutmaya koyulduk...

İşte size Palermo gecelerinden bazı kareler :



Ai Quattro Canti' de birlikte kaldığım ekip - I love you guys, all...



Matthew ve melekleri...



Kanadalı güzellerim, Anja ve Ada - Anja gülü yemeseymiş daha iyiymiş, ama neyse...





Guiseppe, adamım, beni ve dolayısıyla Türkiye' yi çok sevdi, ve geleceğine söz verdi, karşılığında seneye yaz 1 hafta Palermo' da birlikte takılma sözü aldı benden...Yani seneye yaz yeniden Palermo' dayım, heyyyoooooo....



Çatlak Margaret, kız Avustralyalı, ama Katanya' ya yerleşmiş, ve Sicilya aşığı...Bana "gel sen de buraya, birlikte çok eğleniriz, acaip güzel bir yer burası, bayılacaksın" deyip durdu...



Bir bardan ötekine gezip durduk, ve tabii her gittiğimiz barda gelsin biralar, gitsin tekilalar, gecenin sonunda, yani sabah herkes hostelin bir başka köşesinde sızmıştı, Guiseppe dahil :)

Gecenin son içkileri, saat sabahın 5'i bu arada, ve son biralar havaya, hep birlikte "Şerefe !" - hepsine öğrettim Türkçe' yi, düşünün hem de herkesin kafalar bir dünya...



Ve gecenin sonunda hostelin terasında Guiseppe' nin hazırladığı sarımsaklı ekmekleri mideye indirir indirmez sızıyoruz...

Cumartesi gecesi yatmamız sabah 6,5' u bulunca, doğal olarak kalkmamız da öğleden sonrayı bulmuş oldu. Ve ben apar topar hostelden ayrılıp, ama kalbimi Palermo' da ve özellikle Guiseppe' nin yerinde bırakıp beni Katanya' ya götürecek olan otobüsün yolunu tuttum.

Ve yaklaşık 3 saatlik otobüs yolculuğunun ardından, akşam saat 6 gibi Katanya' ya vardım.
Palermo' dan Guiseppe' nin benim için ayarladığı hosteli bulup yerleşmem, ardından dışarı çıkıp şöyle bir etrafa göz atmamın ardından, son iki gecenin yorgunluğunu da üzerimden atmak için akşam saat 11 gibi günü sonlandırdım.

Ve bugün artık Katanya' yı keşfetme zamanı...

Palermo ile ilgili gecikme bildiriyorum...

Palermo ile ilgili yazacaklarım bitmedi, ama Cumartesi gecesi ve Pazar gününe ait fotoğrafları aktaramadığım için, biraz sizi oyalamaya çalışacağım.

Zira eğer fotoğraf makinem ve bilgisayarım aralarındaki sorunu çözer de, sonunda bilgisayarım fotoğraf makinemin kendisine vermeye çalıştığı fotoğrafları bir zahmet kabul ederse, ben de yazdıklarımla birlikte bunları da sayfaya koyacağım.

Biraz daha sabır lütfen, pleaseeee.....

7 Kasım 2009 Cumartesi

Arrivederci Napoli, Ciao Palermo...

Napoli' den, pek de aklım arkada kalmayarak ayrıldığımı itiraf etmeliyim.
Bir tek Giovanni, ve onun misafirperverliği, insanlara karşı inanılmaz sevimli ve babacan yaklaşımı, bir de Gino' nun yerinde yediğim inanılmaz pizzaların tadı damağımda kalarak, ama Palermo ve Sicilya' nın büyüsünü daha çooookkk önceden içimde hissederek, önce Giovanni' nin hostelinden ayrıldım, ayrılırken sizin için de selamı aldım, sonra da beni Palermo' ya götürecek olan feribotun yolunu tuttum.







Oldukça rahatsız bir gemi ve gece yolculuğunun ardından, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Palermo Limanına  geldik.





Henüz yeni yeni uyanmakta olan şehir, o haliyle bana bizim yazlık yerleri hatırlattı biraz, belki Bodrum, ama eski hali, ya da Kaş belki...

Hostelin yolunu tutarken daha o andan bu şehri çok seveceğimi hissettiğim için midir bilmiyorum, ama içimde birşeyler iyi şeyler olacağını ve çok iyi vakit geçireceğimi söylüyordu bana. Bu duygular içinde önce yolda çok şirin bir cafede kahvaltımı yaptım, hatta bu arada o kadar keyifliydim ki, puro bile yaktım :)



Kahvaltı sonrası saat 9 oldu, ve ben hostelin yolunu tuttum. Hosteli bulduğumda, ilk başta biraz endişelendiğimi itiraf etmeliyim, zira hostelin olduğu binanın girişi, bir hostelden ziyade daha çok yeni yaapılmakta olan bir bina inşaatına giriyormuşsunuz hissi veriyordu. Ama neyse, binanın 3.katındaki hostele girince bu his yerini Matthew ve Guiseppe' nin sıcak ve sevecen karşılamasıyla tamamıyla güven ve keyife bıraktı.

Hostele yerleşip, çevrede gezilip görülecek yerlerin neler ve nerelerde olduğu hakkında kısa bir oryantasyonun ardından, yeniden attım kendimi Palermo sokaklarına, uykusuz, yorgun ama mutlu ve huzurlu bir şekilde.





1591 yapımı Chiesa del Gesu



Ballaro Pazarı - muhteşem bir pazar, herşey o kadar ucuz ve taze ki, özellikle deniz mahsülleri...





Pallazzo Reale o dei Normanni - 1130 yılında Sicilya' nın ilk kralı olan Roger II tarafından yaptırılmış
Ama maalesef içeride fotoğraf çektirmiyorlar :(



Porta Nuova - 1420 yılında Palermo Kralı Alfonso' nun şehre girişini kutlamak ve ölümsüzleştirmek amacıyla yapılmış bu kapı




Katedral - 1000 yılında ilk olarak yapıldığı, fakat geçirdiği depremler dolayısıyla defalarca yıkıldığı, dolayısııyla sürekli renovasyonlar ve genişletmelerle bugünkü halini aldığı bilinen katedral, Hristiyanlığın ilk dönemleriyle kilise özelliği taşırken, daha sonraları Arapların etkisiyle bir camiye dönüşüyor, ama sonradan 1072' de yeniden kiliseye çevriliyor...

Katedrali de gördükten sonra acıkan karnımı doyurmak amacııyla çok yakındaki Carlo V isimli restaurantta kendime harika bir pesto soslu spagetti ve kırmızı şarap ziyafeti çekiyorum.





Özgür, senin pesto soslu makarnan kadar güzeldi, itiraf etmeliyim, ama daha güzel değildi, o kesin :)


Quattro Canti - şehrin merkezi sayılıyor bu alan..




Piazza Pretoria ve Delle Vergogne Çeşmesi - Burası şehrin en prestijli sayılan alanıymış, özellikle 1500' lü yıllardan kalma olan çeşme inanılmaz ilgi çekiyormuş...



Ve Catacombe - burası inanılmaz bir yer, giderken bu kadar ürpereceğimi tahmin etmemiştim, ama içeride yaklaşık 8000 kadar Palermolu' nun mumyalanmış cesedi var, en eskisi de 1695 yılından kalma...Ve hepsinin ortasından yürümek o kadar geriyor ki insanı, sanki bir an içlerinden bir tanesi "böhhhhhhhh" yapacakmış ve ben de orada öylece yığılıp kalacakmışım gibi hissettim...

Catacombe sonrası saat 5 olmuştu, ve ben dün gece de uyuyamadığım ve acaip yorgun olduğum için, hostele gidip önce sıcak bir duş almaya ve sonra da 1 saat de olsa dinlenmeye karar verdim, çünkü akşam dışarıda yemek var...



Bu da Guiseppe' nin hostelinde birlikte kaldığım insanlar, her milletten var, karşımda oturan kızlar Polonya asıllı Kanadalı, yanımdaki Matthew 3 hafta önce gezmeye gelmiş Palermo' ya, ve o zamandan beri hostelde çalışıyor, onun yanındakiler de ikisi Amerikalı, biri Avustralyalı...

O kadar çok yedik ki akşam, önceden Guiseppe konuşmuş, anlaşmış, 16 €' ya deliler gibi yemek yedik, şarap içtik..



primi piatti ya da başlangış diyelim hadi sizin için...



pasta, tamam canım bildiğiniz pasta değil tabii ki, makarna...




secondi piatti, ana yemek ve sınırları zorlayan et tabağı

Cuma akşamı olması dolayısıyla, Guiseppe geceye devam etmek isteyip istemediğimiz sorduğunda, cevap tabii ki "Devammmmmm" oldu, ve Guiseppe bizi harika barlara götürdü. Ve alın size geceden bazı kareler, yalnız daha önce de olduğu gibi geceye ait fazla detay vermiyorum, zira alkol olunca kimin neler yaptığına inanamıyor insan :)


Yanımdaki Alex, Avustralyalı, ve tam kaçık, Aralık' ta birlikte Prag' a gidelim diyoruz...


ve bu da Guiseppe, adamım, bizim gibi, tıpkı Türk...



Palermo' da harika bir günün ardından, acaip alkollü ve yorgun bir şekilde hostelin yolunu tuttuk, içilen kırmızı şaraplar, biralar, Jameson shutlar ve votkaların üzerine bol dans, ve biraz yürüyüş neticesinde, yarı ayık yarı sarhoş, harika bir uyku çektim. Ve sabah kalkar kalkmaz ilk iş olarak size Palermo' daki ilk günümü yazmanın verdiği iç huzuruyla birazdan kahvaltımı edecek, ardından Guiseppe ile Türk kahvesi içecek, sonra da Cefalu' ya gideceğim...

Ciao...