15 Şubat 2010 Pazartesi

Yüklerinden Kurtul ! Onlar Seni Yavaşlatacaktır...

Daha önce yazmıştım "birine ya da bir şeye ihtiyaç duymamak, bizi özgürleştirecek" diye...
Buna gerçekten de inanıyorum.
Zira bugünlere hep bir şeylere, ya da birilerine ihtiyaç duyacak şekilde geldik. "E peki kötü mü oldu, bunun herhangi bir sakıncasını mı gördün de, şimdi bir anda "benim hiçbir şeye ihtiyacım yok !" demeye başladın sen Memo" diye soranlara verebileceğim cevap, belki de gerçekten kimseye ya da hiçbir şeye ihtiyacımız olmadan yaşayabileceğimiz umudundan başka bir şey değildir.

Aslında benimki bir iddia de değil zaten, ya da bir kurtuluş yolu hiç değil.
Sadece hayatımızdaki bağımlılıklardan kurtulmanın, bu uzun hayat yolunda yürürken bizi rahatlatacağına olan inancım.

Nasıl ki çölde yolculuk yapmanın ilk kuralı çok az şey taşımaksa, bana göre hayat yolculuğumuzun da en önemli kurallarından biri, bizi yavaşlatma ve duraklatma ihtimaline karşın, yüklerimizden kurtulmaktır.
Çünkü biz bu hayata çıplak geliyorsak, hiçbir şeye sahip olmadan, sadece kendimiz, zihnimiz, bedenimiz ve ruhumuz, o halde bu hayatta yolculuk yaparken de tek ihtiyacımız bu kutsal üçlüdür diye düşünüyorum.

Zaman içinde önce bebeklik, sonra çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerimiz boyunca pek çok şey yüklenir omuzlarımıza.

Bu yüklenenler bir süre sonra öyle ağır gelmeye başlar ki, artık bırakın hayatta koşmayı, yürümekte hatta oturduğumuz yerden, hatta ve hatta sabah uyandığımızda yataktan kalkmakta bile zorlanmaya başlarız.

Bu yükler çok çeşitlidir : kimilerimizin yüklerinin büyük çoğunluğu ailenin ve yakın çevrelerinin beklentilerinin karşılanması, kimilerininki ise çoğunlukla birilerini gururlandırmaya yönelik davranışlar, çoğumuzun ise bu fiziksel yaşam alanında fiziksel olarak zenginliğe ulaştığımızı gösterecek ağırlıklar, hem ağırlık ölçüsü hem de parasal değer anlamında ağırlıklardan bahsediyorum...

Ve bütün bu yüklere bir de kişisel korkular, endişeler, tatminsizlikler ve kendine karşı acımasız ve yargılayıcı yaklaşımlar da eklenince, o bedenin bu yükler altında ezilmemesi ve üstüne üstlük bir de hareket edebiliyor olması, evrenin en büyük mucizesi değildir de nedir, biri bana bunu söyleyebilir mi...

Bu yüzden de bana göre en değerli yardım, yardım edilen kişinin yardım edene ne kadar bağımlı ve muhtaç olduğu ve onun bu çaresizliğinin ya da muhtaçlığının o an için sona erdirildiği değil, bu yardım ile yardım edilen kişinin sonrası için hayatında kendi ayakları üzerinde durabilmesinin mümkün hale geldiği, en azından ileriye doğru bir adım atmasının yüreklendirildiği, ona bu imkanın verildiği yardımdır.
Sonuçta kişi istekli olmadığı sürece ona kimse yardım edemez. Bu hepimiz için geçerli.
Ama en azından istekli olmasa bile herkesin farkındalığını yükseltmek için hepimizin yapabileceği bir şeyler olduğuna inanıyorum.

Ve ufacık da olsa, birbirimizin hayatlarındaki farkındalıklarımızı yükseltmeye çalışmanın, yardım ettiğimiz kişi kadar, bizi de özgürleştireceğine inanıyorum...

14 Şubat 2010 Pazar

Hak etmek, Ya da Gönülden Vermek...

Bize büyüklerimiz, anne babalarımız hep şunu öğretmiştir :

"Bir şey elde etmek istiyorsan, onu hak etmelisin, ne olursa olsun..."

Tabii bunun ardından şöyle bir konuşma geçebilir aslında, ama küçük bir insanın o anda bunu düşünmek gibi bir opsiyonu olmayacağı için, bu konuşma ancak o küçük insan 30' una geldiğinde gerçekleşebiliyor :)

- "Peki bu sevgi olsa bile mi ?"
- "Özellikle de sevgiyi hak etmen lazım, çünkü sevgi en değerli şey, ve en değerli şeyi elde etmek için daha da fazla uğraşman, onu tam anlamıyla hak etmen gerekir..."

Zaten bu yönlendirmeyi alan küçük çocuk, bundan sonra hayatının en büyük kabusunu yaşayacak, pek çok ilişki, daha doğrusu ilişki denemesi yaşayacak, ve hepsinin sonunda farkına varacağı da, genel olarak tüm ilişkilerin sonunda elinde kalan tek şeyin kırık ve acılı bir kalp olduğudur.

Peki ama daha önce anne babasının söylediği pek çok şeyi, ve sevginin en kralını hak etmesine yetecek kadar çok şey yapmış olmasına rağmen, kahramanımız neden her ilişkinin sonunda "Allah' ım, ne kadar bedbahtım, neydi benim günahım!" şeklinde arabeskin en acılısını yaşamakta ısrarcı davranmaktadır ki ?

Yoksa acaba anne babasının söylediklerini yanlış mı anlamıştı ? Acaba onlar "Yok evladım, sen değil, karşındaki hak edecek, senin bir şey yapmana gerek yok, sen otur, karşındaki senin önünde taklalar atsın, aynı anda 3 işi birlikte yapsın, ve bir de üstüne börek açsın, sen sadece tadına bak !" mı demek istemişlerdi de, o yanlış anlamıştı...

Ama yoooo, gayet netti davranışları. Ne zaman yaramazlık yapsa, ya da bir sakarlık, cezalandırılırdı. Örneğin en sevdiği şeydi, dışarıda yağmur yağarken dışarı çıkıp evin önündeki çimenlerde yuvarlanmak. Ama ardından eve geldiğinde hep kıyamet kopardı, çünkü üstü başı çamur içinde olurdu, ve annesi her seferinde onu saklandığı delikte bulur, akşam babası gelinceye kadar odasına kitlerdi. Baba akşam eve geldiğinde sıkı bir fırça atardı, hatta bazen bu fırçaya iki yanağa birer de tokat eşlik eder, ve o tokatların acısı o yanaklardan bir süre gitmezdi. Bunu yanlış anlamış olma ihtimali olamazdı ki...

Babasının onu kucağına aldığını, ona sarılıp onu öpüp kokladığını da pek hatırlamıyordu, hasta olduğu zamanlar dışında. Demek ki baba sevgisini hak etmenin yolu, hasta olmaktan geçiyordu. Bunu çok küçük yaşta anlamış olduğu için o zamanlar kendisini oldukça takdir ediyordu.
Ama sonraları artık bundan sıkılmaya başladı, çünkü hasta olmak hoşuna gitmiyordu.
Eeeee, ama nasıl olacaktı şimdi, başka bir yol bilmiyordu ki...

Bu hikaye sizce nasıl devam etmeli ?...

Bir Kitap Okudum, Hayatım Değişti Hakikaten...

Ama ne değişim !
Cuma gecesinden beri elim ayağım tutmuyor, bütün korkularım gün ışığına çıktı.
Meğer hepsi derinlere inmiş sadece, yok falan da olmamış.
Ve ben o kitabı okuyunca, sanki onları çağırmışım gibi, gömülü oldukları derinlerden müthiş bir hızla yeniden yüzeye çıkıverdiler...
Sanırım bu kitap biraz fazla geldi,
Artık biraz çizgi roman falan okumalıyım sanırım, yoksa bu gidişat iyi değil !...

11 Şubat 2010 Perşembe

Eski Mısırlılar' a Göre Hayatın Sırrı...

Eski Mısır' daki inanışa göre, kişi öldüğünde ruhu bedenden ayrılır, beden fiziksel dünyada kalır, ruhu ise anka kuşu olarak bedenden ve fiziksel dünyadan ayrılır, yukarı çıkar, ve yukarda cennetin kapısında ruha önemli iki soru sorulurmuş :

1. Hayatında mutluluğu buldun mu ?
2. Hayatında başkalarına mutluluk verdin mi ?

Ruhun cevabına göre, cennete girmesine izin verilirmiş...

Bence hepimizin cevabını vermesi gereken çok önemli iki soru...

Birinci sorunun cevabını bile vermek çoğumuz için son derece zorken, ve belki de gönül rahatlığıyla ve tam olarak tatmin olmuş bir şekilde içimiz müthiş bir coşku ile bu soruya "Eveeeeeettttt !" diyemezken, herhalde kendimizin bulduğundan emin olamadığımız mutluluğu başkalarına verdiğimizi iddia edemeyiz.

Belki birinci soruya birçoğumuz "Tabii buldum canım, ben gayet mutluyum, şu da olsaydı daha da mutlu olurdum gerçi ama..." şeklinde cevap verecektir, ki bu cevabı da muhtemelen 15-20 saniye düşündükten ve kendi içinde önce iç sesini duymaya çalışıp ondan beklediği "Evet, mutluyum!" cevabını bir türlü duyamayınca, devreye yüksek bilinçteki (!) egosunu sokarak "tabii mutlusun, daha ne olmasını istiyorsun ki, evin var, araban var, karın ve çocukların var, süper bir işin var, tamam belki işe her gün koşarak gitmiyorsun, yani sevdiğin işi yaptığını iddia etmiyorum ben de, ve evet belki yıllardır yapmak istediğin gibi senede 2 haftadan fazla tatil yapamadın, tamam kabul, belki en çok keyif aldığın ve çocukluktan beri en büyük hayalin kitap yazmak, ama kitap yazarak bu evin borcu mu ödenir, yoksa çocukların okul masrafları mı ? Deli olma, tabii ki mutlusun, bunlara sahipken mutlu olmayacan da ne zaman mutlu olucan ? Kitabı da emekli olduktan sonra yazarsın, hem emekli olunca bırak iki hafta tatil yapmayı, 365 gün tatil olacak ..." şeklindeki bir diyalogla kendimizi ikna etmiş gibi yaparak "Evet, mutluyum, yani, evet evet, tabi mutluyum, niye olmayayım ki..." cevabını verecek, ama bu sırada bu sözleri söylerken de kelimeler ağzımızdan sanki çıkmak istemiyorcasına zorluk çıkarıyorlarmış gibi hissederiz.
Ama ilk söylediğimiz cümlenin içinde geçen "şu da olsaydı daha da mutlu olurdum gerçi ama..." ilavesi, zaten aslında durumu gayet net bir şekilde ortaya koymakta, ve karşımızdakine şu mesajı vermektedir :
"Ben şimdi sana bir açıklama yapacağım, ki buna ben de inanmıyorum, ama sen inanmış gibi yaparsan çok memnun olurum, hatta mümkünse beni bu konuda biraz da pohpohlarsan daha da güzel olur, çünkü gerçekten bu konuda ikna olmaya ihtiyacım var !"...

Dolayısıyla ikinci soruya vereceğimiz cevap aslında daha da ilginç hale gelmekte, ama diğer yandan da hayatımızın ne kadar komik bir halde olduğunu gözler önüne sermektedir. Zira ikinci soruya vereceğimiz cevap çoğunlukla "Bilmem, bunu başkalarına sorman lazım, ben "Evet, verdim !" desem de, bu objektif olmaz ki !" türünden bir cevap olacaktır, ki bunun da şifresini kaldırırsak, aslında söylemek istediğimiz şeyin "Yaaa kardeşim, anlamadın mı, ben kendim mutlu değilim ki başkalarını mutlu edeyim ! Başkalarını düşünmeye fırsat mı kaldı, daha kendi mutluluğumu yakalayamamışken, bir de başkalarını mı düşüneceğim, hadi ordannnnn !" olma ihtimali oldukça yüksektir.

Evet, siz ne diyorsunuz bu konuda ?
Siz gönül rahatlığıyla iki soruya da, hem de hiç düşünmeden, herhangi bir şarta bağlamadan, olduğu gibi, şu anki halinizle "Evet !" diyebiliyor musunuz ?

10 Şubat 2010 Çarşamba

İstediğimiz Her Şeyin Kaynağı Aslında Biziz !

Çevremizdekilerin bize vermeyi vaat ettiği sevgi, para, söz ya da herhangi bir şeyi bize vermemesinden ötürü kızgınlık duymamıza gerek yok.
Bu hayatta onların bize vermeyi vaat ettikleri hiçbir şeyin eksikliğini çekmeyeceğiz.
Çünkü onların bize vermeyi vaat edip de vermedikleri her şeyden çok daha fazlası her yerde var.
İstediğimiz her şeyin kaynağı biziz, başka hiç kimse değil...

Hüzün

Gelse bile hüzün,
Kapımdan girse içeri,
"Hoşgeldin !" derim.
Sevgiyle kucaklarım onu,
Ve de sonsuz düşümde karşılarım...

9 Şubat 2010 Salı

Gittiğin Yolu Beğenmiyorsan, Yönünü Değiştir !...

Her gün, hatta her an bu seçimi yapma şansımız var aslında.
Yeter ki bunun farkında olalım...

Oysa çoğu zaman daha güne başlarken, havanın kapalı olmasını, o günün haftanın ilk günü olmasını, hatta ve hatta uyandığımızda evimizin soğuk olmasını bahane ederek, ne kadar çaresiz, ne kadar mutsuz ve bezgin olduğumuzu düşünerek güne başlarız.
E güne böyle başlayınca da, doğal olarak bu enerjimize uygun pek çok şey üst üste karşımıza çıkmaya devam eder, ve gerçekten de çaresiz, mutsuz ve umutsuz olduğumuz konusunda ne kadar haklı olduğumuzu bize kanıtlamak istercesine fırsatlarla donanır hayatımız...

Tam o sıralarda içimizde bir ses "e madem mutsuzsun, neden seni mutlu edecek olan şeyi yapmıyorsun?"  diye fısıldar. Ama biz ne yaparız ? O sesi duymamazlıktan gelerek, sanki öyle bir ses ve de nefes yokmuş gibi davranırız.

Sonuçta hayat bizim hayatımız.
İstediğimiz sesi duymakta, istemediğimizi ise duymamazlıktan gelmekte tamamen özgürüz.
Kimseye bunun için bir hesap da vermemiz gerekmiyor, kendimize bile.
Ta ki, artık her gün aynı şeyleri yaşamak bizim için çekilmez bir ızdırap halini alıncaya, ve sabah yataktan kalkmayı bırakın, gözlerimizi güne açmaya bile halimiz kalmayıncaya kadar...

Aslında işi o noktaya getirmeye hiç gerek yok.
Yaşadıklarımızın, yaptıklarımızın ve de söylediklerimizin bizi mutlu edip etmediklerini anlamamız son derece kolay. Tek yapmamız gereken, ne hissettiğimize bakmak, içimize bakmak. Çünkü içimiz bize yalan söylemez.
Eğer yaptığımız bir şeyden ya da söylediğimiz bir sözden, ya da aldığımız bir karardan sonra, içimizdeki fırtına hala devam ediyor, içimizi kemiren düşünceler bu faaliyetlerine devam ediyorlarsa, bilin ki yaptığımız ya da söylediğimiz bizi mutlu etmeyecek.

Bu durumda yapılacak tek şey var.
Yönünü değiştir !
Yönünü değiştirmekten korkma !
Yanlış yöne gitmekten korkmana gerek yok.
Çünkü bu hayatta hepimiz sınırsız yanlış yapma hakkına sahibiz.
Yeter ki içimizdeki rehbere güvenip, onun sesine kulak verelim...

7 Şubat 2010 Pazar

Hatanızı Sevgiden Yana Yapın !..

Karar anlarında aslında hatırlamamız gereken belki de tek gerçek "Şimdi sevgi ne yapardı ?".
Böylece verdiğiniz karar yanlış bile olsa, siz hatanızı sevgiden yana yapmış olmanın iç rahatlığıyla gece yastığa başınızı koyabilirdiniz...

Hiç kuşku yok ki hayatımızda pek çok kararlar veriyoruz, tabii bir de bizim yerimize verilen kararlar var ki, onlar için zaten söylenecekler çok ama çok farklı...

Kendi kararlarımızı verirken neleri düşünüyoruz peki, hiç düşündünüz mü ?
Ben size söyleyeyim...

Çok küçük bir azınlığın dışında genel olarak hepimiz karar verirken vereceğimiz karar sonrasında çevremizde sevilen birey olma durumumuzu korumayı, ya da verdiğimiz karar neticesinde çevremizdeki insanların bu kararımızdan en az etkilenmesini düşünerek, çoğunlukla da aslında gerçekten düşündüğümüz, hissettiğimiz ve de tüm kalbimizle yapmak istediğimizi şeyi yapmaz, çevrenin olası tepkilerini de düşünerek yapacağımız şeyi biraz daha yumuşatarak ve kabul edilebilir hale getirerek, aslında ne gerçekten yapmak istediğimizi yapabiliriz, dolayısıyla verdiğimiz kararın sonucu da hiç de bizim elde etmeyi istediğimiz gibi bir sonuç olmaz, ne de başkalarına da gerçekten bir iyilik yapmış oluruz.
Elde ettiğimiz sonuç "Neden böyle oldu şimdi ? Halbuki ben neler hayal etmiştim, ne elde ettim !.." şeklinde genelde dile gelen ve halk arasında "hayal kırıklığı" şeklinde de ifade bulan, ama aslında başlı başına "kullanım hatası" sınıfına giren bir durumdur.
Çünkü nasıl bir spor ayakkabısının çamaşır makinesinde yıkanmayacağını aslında çoğumuz bilir, buna rağmen biraz kirlendiğinde çamaşır makinesinde yıkar ve makineden çıkardığımızda elimizdeki ayakkabının bizim zamanında satın aldığımız ayakkabı olmadığını iddia edersek, aynı şekilde içinizdeki sese kulak verip, kalbinizi ve onun sevgisini dinleyip karar verecekken araya giren ve "Hooopppp, arkadaş, bir dakika ! Bir de ben bakayım şu olaya, nedir, ne oluyor, ben doktorum !" nidaları ile olaya, yani karar sürecinize müdahele eden zihninizin kararınızı sevgiden uzaklaştırarak tamamen mantığınıza uyumlu bir hale getirmesiyle, siz de aslında ulaşmak istediğiniz sonuçtan kilometrelerce uzakta kendinizi bulur, buna rağmen yine de hayal kırıklığı yaşarsınız...

Ne bekliyorsunuz ki, pardon da...

Bu konuda söyleyeceğim son şey de şudur, ne yapıyorsanız yapın, ama lütfen hata da yapacak olsanız, hatanızı sevgiden yana yapın ! Çünkü hata da yapsanız kalbiniz sizi zihniniz gibi yiyip bitirmez, tam tersine o sizinle gurur duyar, ve ne olursa olsun, o sizi sevmeye devam eder, sizi yargılamadan, ya da çevrenizdekilerle kıyaslamadan...

5 Şubat 2010 Cuma

Birine Ya Da Bir Şeye Ihtiyaç Duymamak, Bizi Özgür Kılacaktır !...

Zira özgürlüklerin en büyüğüdür, kimseye ya da hiçbir şeye ihtiyaç duymamak.
Ve buna herşey dahil, yemek dahil, arkadaş dahil, sığınılacak ev dahil, verilecek sevgi dahil...

Tabi ki bunların hiçbirine ihtiyacımız yok, bunları boşverin demiyorum, diyemem de zaten.
Demek istediğim, bunları sadece seçiminiz olduğu için alıyorsanız veya veriyorsanız, ne ala.

Ama sadece sahip olmak, sahip oldukça da daha da çok sahip olmak ve insanoğlunun bundan binlerce yıl önce yaptığı gibi, "biriktirmek" alışkanlığını keşfettiği an itibarıyla korkuyu da beraberinde getirmesi sonucu ortaya çıkan ikilemi yaşayarak, yani "ya biterse ?" korkusuyla sahip olduklarınızı biriktirmeye başladığınız andan itibaren, bilin ki o biriktirdiğiniz neyse, sevgi de olabilir, para da, ya da belki de şefkat, o her neyse, eninde sonunda bitecektir !...
Çünkü korku kaynaklı davranışınızın sonunda evren size korkunuzu, hissettiğiniz en gerçek haliyle yaşatmak için tüm gücünü seferber edecektir, ve emin olun ki evren bu konuda çok ama çok iyi, hiç zorlanmayacaktır.
Aslında kimse bunu istemiyor, sadece siz istiyorsunuz, ve işin komiği, siz de bunu niyet etmemenize rağmen, sadece egonuzun "sen sen ol, hazır şu anda elinde varken gel koy kenara, hatta bak oradaki arkadaşının elinde de var biraz, ne yap et, onun elindekini de al, ben sana söylüyorum, yarın öbür gün ihtiyacın olur, o zaman "nereden bulucam ben şimdi?" diye sorar durursun..." şeklindeki yüksek sesle seslenişlerine kulak verdiğiniz sürece, bu korkularınız eninde sonunda mut-la-ka gerçek olacaktır, olmadığı daha görülmemiş...

Ihtiyaç duymamak büyük özgürlüktür, ve bizi korkudan özgürleştirir.
Bir şeylere sahip olamayacağımız korkusu -yeterince para, deniz kenarında bir yazlık, belki bir çocuk ya da bir eş- ; sahip olduğumuz şeyleri kaybetme korkusu -sahip olduğumuz iş, eş ya da arkadaşlar- ; ya da bazı şeylere sahip olamazsak mutlu olamayacağımız korkusu -vitrinde gördüğünüz o çanta, ya da yeni çıkan bilmem kaç bin lira fiyatlı cep telefonu...- bizi hep onlara ihtiyaç duyar hissettirir, ve bunun aslında alkol ya da uyuşturucu bağımlılığından hiçbir farkı da yoktur.
Biliyorum şimdi bazıları diyecek ki "Olur mu canım öyle şey, sen de amma yaptın haaa. Uyuşturucu bağımlısı insanların görmüyor musun hallerini, elleri ayakları titriyor, konuşamıyorlar, ruh gibi dolanıyorlar...".
Bunu diyenlere soracak tek bir sorum var : "Siz kendi halinizi görmüyor musunuz ?"

Ikincisi de, ihtiyaç duymamak bizi öfkeden özgürleştirir, ki öfke de korkunun ilanıdır.
Korkacak bir şeyiniz yoksa, öfke duyduğunuz bir şey de yoktur.
Istediğiniz bir şeyi elde edemezseniz öfke duymazsınız, çünkü istediğiniz şey sadece bir tercihtir, ihtiyaç değil.
Bu yüzden de elde edememe olasılığıyla bağlantılı bir korkunuz yoktur, öfkeniz de...

Insan iç huzurunu bulduğunda bir kişinin, yerin, koşulların, sahip olunanların ya da sahip olunamayanların ve olayların olup olmamasının hiçbir önemi kalmaz, bunların hiçbiri içsel deneyimlerimizi belirlemez, çünkü bunların hiçbiri bizim ihtiyaçlarımız değildir artık, ve bu yüzden de bunlarla ilgili hiçbir korkumuz da yoktur, olmadılar diye öfke de duymayız kimseye ya da hiçbir şeye karşı.

Bilmem, anlatabildim mi ?...

4 Şubat 2010 Perşembe

Yapmak mı Zor, Yoksa Olmak mı ?

"Tabii ki yapmak !" ,
Ya da,
"Aman canııımmm, soruya bak, çok saçma, ne demek yapmak mı yoksa olmak mı ? Zaten yapmadan nasıl olucan ki akıllım !"
Belki de
"Onu bunu boşver de, ne olacak senin bu halin, ne zaman halledicen bilmem neyi ?" gibisinden "hiiiiiiççççç girme abicim o konulara, benim de kafamı daha fazla karıştırma, zaten senin söylediğin o kitapları okuya okuya kitap okumaktan soğudum, ne oğlum öyle, yok çekim yasası, yok benzer benzeri çeker, ne dilersen ona sahip olursun...Bırak hocam bunları, çekim yasası ay başında evin kirasını ödüyor mu, ya da kredi kartı ödemesi geldiğinde "bu ay benim yerime evren ödesin!" diyebiliyor musun ?" türü düşünceler, tepkiler ya da dile gelmeyen ama karşınızdakinin gözlerinden çok belirgin şekilde okuyabildiğiniz anlık hislerdir bunlar...

Peki nereden çıktı şimdi "yapmak" ya da "olmak" ikilemi ?
Ya da gerçekten böyle bir ikilem var mı şu hayatta ?

Bugüne kadar pek çok şey yaptık, ve bunların hepsini de birşeyler olabilmek için yaptık durduk.
Iyi bir öğrenim hayatı geçirip "üniversite diplomalı mezun" olabilmek için yıllarca çalıştık, ailelerimiz hatırı sayılır belki de ufak bir servet harcadı bizim için.
Tabii ki "üniversite diplomalı mezun" oluşumuz bize sonraki yıllarda pek çok kapı açtı, hayatımızı kolaylaştırdı.
Iyi şirketlere girip düzgün bir iş sahibi olmamız, bu sayede geçimimizi sağlamamız mümkün oldu.

Peki sonra ne oldu da, yıllar boyunca yaptıklarımızın sonunda aslında yapmak istediğimizin gerçekten bu olup olmadığını sorgulamaya başladık ?
Belki bahsettiğim bu kişiler sayıca pek fazla değil, ama diğer yandan etrafıma baktığımda en azından benim çevremde sayılarının hiç de azımsanamayacak kadar olduğunu da söylemeliyim.

Şu hayatta olmak istediğimiz şey nedir ?

Küçükken hiç kuşkuşuz hepimizin olmak istediği bir şeyler vardır. Kimimiz için bu polis olmaktır, kimimiz için ise doktor. Bazılarımız olaya daha o yaştan maddi açıdan yaklaşır ve "zengin" cevabını verirken, kimimiz ise daha o yaştan içindeki yaratıcı ve naif ruh halini kabul etme yolunda ufak da olsa bir adım atar ve "sanatçı" der. En sevdiğim cevap ise kesinlikle ve kesinlikle "anne" ya da "baba" cevabıdır, ve benim çevremde bu cevabı veren bir arkadaşım vardı çocukluk yıllarımda.
O zaman tabi bana çok anlamsız gelmişti bu cevap. Şimdi şimdi anlıyorum ki, o arkadaşım o zamanlarda biliyordu, "baba" olmanın herşeyin çok ötesinde ulaşılabilecek en yüce ve insanı tatmin edecek nokta olduğunu, mutluluk kaynağı olduğunu.

Benim çevremde hiç duymadığım, ve bugün düşündüğümde en azından bundan sonrası için kendimle ilgili söyleyebildiğim tek şey var ki, ben MUTLU olmak istiyorum. Ve mutlu olmak için de, artık yeni bir yol denemeye karar verdim, özellikle bir şey yapmıyorum !...

Ve enteresan bir şekilde, sadece olanı kabul ettiğimde, iyi ya da kötü diye yargılamadan, insanları olduğu gibi kabul edip onları değiştirmeye çalışmadan, ve de günün sonunda yaşadıklarım için -her ne yaşadıysam, beni üzen, ya da mutlu eden, sinirlendiren ya da umutlandıran her şey için- kendime ve evrene teşekkür ettiğimde, çok huzurlu bir uyku uyuduğumu ve ertesi sabah da güne son derece mutlu bir Memo olarak başladığımı farkettim.

Bu yüzden de ben diyorum ki, yapmak kolay olan, ve yapmanın olmaya faydası var ama yaparak olmanın garantisi asla ve asla yok.
Zor olan ise "olmak", ve belki de olmayı bu kadar zorlaştıran da, bizim "önce birşeyler yapmak lazım" şeklindeki düşünce kalıbımızdır.
Belki de bir süre için bu kalıbı bir kenara koyarak, başka bir şey denenebilir, tabii benim gibi başka bir yol arayışı içindeyseniz.
Yoksa bugüne kadar nasıl geldiyseniz, aynen devam edin...

2 Şubat 2010 Salı

Bana Bunlarla Gelme...

"Ne anlatıyorsun yahu bana böyle ?"...

Bu cümle, son zamanlarda bana en çok ilham veren anlardan birine ait.
Olay şöyle gelişiyor, iki kişi bir ortamda oturmuş konuşuyorlar, ve içlerinden biri diğerine sevgilisi ile ilişkisinde son dönemde olanları anlatıyor, ve sevgilisinin kendisini birkaç gündür aramadığını, o aramadan kendisinin de onu asla aramayacağını falan anlatıyor.

Anlatan bizim yaşlarımızda bir kız, anlattığı da biraz daha yaşlıca bir kadın. Dinleyen kadın sonunda dayanamayarak kıza bakıyor ve son derece ciddi bir ifadeyle " Bitti mi ? " diye soruyor.
Kız afallamış bir şekilde " Evet, bitti. " dedikten sonra kadın kıza öyle bir cevap veriyor ki, bence hepimizin kulağına küpe olması gereken nitelikte :

"Kızım, kaç yaşına geldin, hala böyle "yok erkek arkadaşım beni bilmem kaç gündür aramadı, ve o aramadan ben de onu aramayacağım!" gibi saçma sapan şeylerle uğraşıyorsun, ilerle artık biraz, bırak bunları...Hatta mümkünse o adamdan bir an önce ayrıl, kendine uygun, enerjine yakın birini bul, ve bundan sonra bana da bunlarla gelme..."

Dün seyrettiğim bir filmde vardı. Bazen insanlar ne düşünüyorlarsa onu söylüyorlar, hiçbir şey saklamadan, "Dannnn !" diye akıllarından geçeni söyleyiveriyorlar, ve bu onlar için son derece normal çünkü başka türlü bir iletişim bilimiyorlar.

Özellikle şu son zamanlarda açıksözlü iletişimin gücüne daha da fazla inanmaya başladım. Belki etrafınızdaki insan sayısı biraz biraz azalıyor bu sebeple, ama zaten "mahallenin en sevilen delikanlısı" olmak gibi bir isteğim de hiçbir zaman olmadığı için, bunun bir zararı olduğunu da düşünmüyorum.

Sonuç olarak 35 yıldır hiç kullanmadığım, hiç mi hiç alışık olmadığım yepyeni bir iletişim türünü öğrenmeye ve öğrendiklerimi de uygulamaya çalışırken biraz stres olmak ve hatta arada bazı hatalar yapmak normal diye de düşünüyorum...

1 Şubat 2010 Pazartesi

Hayat Şans Ve Tesadüflerin Ürünü Değildir !...

Öyle olsaydı eminim hayat hakkında da bir bahis oyununu birileri mutlaka piyasaya sürerdi.

E öyle değilse, biz neden sürekli öyleymiş gibi davranıyoruz ?

Neden yaşadığımız her şeyden dolayı ya sadece başkalarını, ya da benim yaptığım gibi sadece kendimizi suçluyoruz da, bu yaşadıklarımız sayesinde neyi hatırlamamız gerektiği konusunda kafa yormuyoruz ?...

Genel olarak bizler hayatta şanslı ya da şanssız olmaya inanmışızdır. Zenginsek, bu sadece ve sadece şu hayata şanslı geldiğimiz için, yok eğer fakirsek de ya da en azından kendimizi zengin sınıfına dahil görmüyorsak da, boşuna yaşadığımıza inanırız, daha doğrusu inandırılırız, zira bunu değiştirmek imkansızdır ya !

Çalışmadığınız dersin sözlüsünde ne kadar saklanırsanız saklanın, o hoca siz kim bilir kaç kere cımbızla kıl çeker gibi oturduğunuz, daha doğrusu şekline büründüğünüz top halinden çıkarıp gerçekte olduğunuz "tembel" ve cahil öğrenci gerçekliğinize geri getirmiştir, tabii sonunda hocanın not defterindeki büyük ve yuvarlak bir sıfır' la beraber...

Yeni ayrıldığınız sevgiliniz ya da eşiniz, ya da kavga ettiğiniz yakın arkadaşınız genel olarak sürekli aynı yerlere gitmenize rağmen önceleri hiç karşınıza çıkmazken ne olur da olur, bir gün hiç beklemediğiniz  bir anda karşınızda beliriverir, hem de yüzünde bir gülümsemeyle...

Ya da bir süredir aklınıza gelen, konuşmak ve hatta görüşmek istediğiniz çok sevdiğiniz birinden aldığınız bir telefon, ya da onunla hiç olmayacak bir yerde karşılaşmanız, bunların hepsi bize göre hayatın güzel ama ufak tesadüflerinden başka bir şey değildir.

Bence artık kendimize gelme zamanı, zira yaşımız artık bunun için yeterince ilerledi diye düşünüyorum.
Haaaa, her şeye rağmen bu olasılığa inanmak isteyene engel olamam, olmak da istemem. Zira çok sevdiğim bir uzakdoğu atasözü var : "Öğrenci hazır olmadıkça, öğretmen gelmez".

Ben hazır olduğumu biliyorum, ve öğretmenimi de pür dikkat dinliyorum.
Eğer sizinki gelmiyorsa, onu uzaklarda aramanıza gerek yok.
Ama genelde en sık yaptığımız hatalardan biridir, çözümü uzaklarda aramak.
Halbuki çözüm son derece basit, ve de size çok yakın, hatta sizin içinizde, ve siz onu biliyorsunuz da hatta.

Sadece hatırlamaya ihtiyacınız var ki,
Hayatın şans ve tesadüflerini, aslında özgür ve bilinçli iradenizle tamamen sizin yarattığınızı anlayabilesiniz...