18 Kasım 2009 Çarşamba

Kalbe Fısıldanan Kelimeler !...



Hayatın sorumluluğunu almak ne demektir ?


Siz hayatınızın sorumluluğunu %100 aldığınıza inanıyor musunuz ?

Ya da o zaman şöyle sorayım soruyu, hayatınızın sorumluluğunu %100 alabilmiş olsaydınız, neler değişirdi, hiç düşündünüz mü ?

Muhtemelen düşünmediniz, neden düşünesiniz ki, sonuçta şu anki hayatınızdan mutlusunuz, ya da eğer mutluysanız, gerçekten çok ama çok şanslı ufacık bir azınlığın bir parçası olduğunuz için kendinizle gurur duyabilirsiniz. Çünkü ben, en yakın arkadaşlarım, ailem, ve etrafımdaki hiç kimse, aslında mutlu değil bence, sadece mutlu olma alıştırmaları yapıp duruyoruz, ama nedense bir türlü bunu pratiğe dökme cesaretini gösteremiyoruz.

Cesaret diyorum, çünkü gerçekten mutlu olmak için, sanırım mangal gibi bir yürek, ve de her şeyi alabilecek kadar büyük bir kalp gerekiyor, zira mutlu olmak sadece gülüp eğlenmek, hoşça vakit geçirmek ve bol bol dans edip şarkı türkü söylemek olsaydı, bugüne kadar bir sürü para verip sizin de aldığınıza emin olduğum - en azında bir tane almışsınız, ne beni ne de kendinizi kandırmayın – onca kitapta adamların yazdıklarını hemen o an çöpe atardınız siz de...

E atmadığınıza, ve ben de atmadığıma göre, hatta daha da üzerine gidip daha da fazla okuyup, “nasıl mutlu olucam Allah’ ım, ne yapmalıyım, ne etmeliyim, onu mu yapacam, yoksa bunu mu ??????” gibisinden sorularla kafamızı yukardan bastırmak suretiyle bataklığın iyice dibine itiyor olmazdık.

Ama aslında sorunun cevabı galiba sorunun içinde gizli falan da değil, apaçık görünüyor : mutlu olmak için “olmak” yeter, bir şey yapmaya gerek yok !...

“Nassı yani ?” soru cümlesinin şu anda hep bir ağızdan, hepinizin ağızlarından çıktığını duyar gibi oldum ya, ben de şöyle bir “ohhhhhh!” çekebilirim, zira demek ki gerçekten herkesin mutlu olmaya ilgisi, ve niyeti var diyelim. Bu iyi bir şey, elde bir !

Gelelim olmak konusuna.

Başta bana da çok saçma, ve bir o kadar da kavramsal gelmişti, ta ki bir süredir ne hissettiğime odaklanıncaya kadar. Ve duygularıma, hissettiklerime odaklandığımda gördüğüm beni oldukça şaşırttı. Ne zaman işler istediğim gibi gitmese, ne zaman beklentilerim karşılanmasa, eski tabirle “mutsuz” oluyordum. Ve bu duygu yoğunluğu o kadar uzun sürüyordu ki, sadece bir veya iki olayla sınırlı kalmıyor bu karşılanmayan beklentiler, bir nevi karşılanmayan beklentiler silsilesine dönüşüyordu durum.

Ama bir an durup içime “gerçekten ne hissediyorum şu anda, gerçekten mutsuz muyum, bu beklentimin karşılanmaması beni mutsuz etmeye yetti mi, diğer tüm sahip olduklarıma, başardıklarıma, ve yaşadıklarıma rağmen bu kadar kolay mı ufacık bir beklentinin karşılanmaması nın beni mutsuz etmesi ?” diye sorduğumda, hissettiklerim zaten cevabı gösteriyordu : “yooooo, ben mutsuz falan değilim, mutsuz olan sensin..”

“Hoppalaaaa, şimdi de ikinci bir kişilik mi çıktı başımıza ?” dediğinizi de duymadığımı zannetmeyin, duydum, onu da duydum.

Ve cevap, evet, ikinci bir kişilik var, hepimizde var, sizde de var, bende de var, yani bu öyle hastalık falan değil, kişilik bölünmesi dedikleriyle bir alakası da yok, korkmayın.

Doğduğumuz gün itibarıyla içinde büyüdüğümüz aile ortamı, sonrasında da çevre, okul ve arkadaşlar sayesinde işte o ikinci kişilik oluştu, bunu biliyor muydunuz ? Hem de oluşan o ikinci kişilik, sizin sandığınız gibi içinizdeki o sessiz kişilik değil, o hep vardı, var olmaya da devam ediyor. Ama hepimiz aile ve çevre dolayısıyla şöyle şekilli mi şekilli, gayet şık görünümlü, etkileyici bir ses tonuna sahip, güzel vücutlu, karizmatik, her şeyin en iyisini yapabilen, her şeyin en doğrusunu bilmeye meyilli, hani biraz daha sıksa dişini atomu da parçalayacak daha da küçük parçalarına, o derece yani...

Ve bu ikinci kişiliğiniz, bir süre sonra, kendinizin farkına varmanızla birlikte, artık birinci kişiliğiniz haline geldi. Dış dünyada yaşayan dışsal görüntünüze sahip olması avantajını da kullanarak, iç sesinizi yani nam-ı diğer ikinci kişiliğinizi içten içe dibe doğru ittire ittire, üzerine bolca bilgi ve anı da attırıp üzerini de örtüp onu bir daha bulamayasınız diye de epey uğraş verdi, yani verdiniz aslında.

Ama o iç sesiniz, ikinci kişiliğiniz, ne yaptı etti, belli başlı olaylarda size hep içeriden bir ses olarak, yavaş da olsa, kısık da gelse, bir şeyler söylemeye çalıştı, çünkü o zaten her halinizle mutlu, çünkü o siz olmaktan mutlu. Ama bu arada hissettiklerini de sizinle paylaştı durdu, kulağınıza, daha doğrusu kalbinize fısıldadı hislerinizi...

Artık bundan sonrası, bizim kararımız. Ya onun fısıldadıklarını dinleyip ona göre adımları atıyor oluruz, ya da “konuş canım, ben seni dinliyorum, oooooohhhh, ninni gibi, anlat anlat...” deyip onun sonsuza kadar konuşması için onu yüreklendiririz, çünkü o bundan hiç alınmaz, size kırılmaz, çünkü o sizi seviyor, ve sizin sadece “olmanızı” istiyor. Olduğunuz zaman zaten mutlu olacağınızı o biliyor, sadece siz ve ben bilmiyoruz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder